17. Yüzyıl Felsefesi

































17.Yüzyıl


Rönesans felsefesi ile karşılaştırıldıkta, 17. yüzyıl felsefesinin ‘başlıca özellikleri olarak şunlar belirtilebilir:
1. Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha oturmamış, bir arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefedir. 17. yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın sağladığı birikimi derleyip toparlayarak, bundan birliği, bütünlüğü olan bir düşünce bağlantısı geliştirecektir.

2. Antik felsefeyi kendisine örnek olarak alan, onun bir çok ‘bakımdan bir yansısı olan Rönesans felsefesi çok renkli bir düşünce tablosu oluşturmuştu. 17. yüzyıl felsefesi ise ele aldığı sorunlar ile bunların işlenişinde aşağı-yukarı birleşmeler olan az çok bir örnek bir düşünce yapısıdır. Ona bu bağdaşıklığı kazandıran da, bilgi örneğini matematik fizikte bulmuş olmasıdır. Renaissance’ın en özgün, en büyük başarısı olan matematik, fizik, matematik kavramlarla doğayı doğru olarak kavrayabileceğimizi göstermişti; dolayısıyla akıl ile doğa arasında bir uygunluğun olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse bu yöntemi varlığın öteki alanlarına da uygulamalı, denmiştir. Doğanın birliği ve matematik yapılı olduğu savları, matematik fiziğin başlıca düşünceleridir. Doğa matematik yapılı olduğuna göre, nesnelerin  ölçülebilir olan niceliksel yönleri asıl gerçekleridir. Bundan dolayı bilgide nesnelerin ölçülebilen yönleri ile bunların arasındaki ilişkiler bulunmalı ve bu temel öğelerden nesne yeniden kurulumu, Açık. seçik, dolayısıyla doğru olan bilgilere böyle varılır (Galilei).

17. Yüzyıl felsefesinin başlatıcısı Descartes ’tır (1596-1650). Bu felsefenin sorunlarını ilkin o ortaya koymuş, çözümlerini ilkin o denemiştir. Kendisinden sonra gelenler, aynı sorunlar üzerine eğilecek, aynı çözüm denemeleri doğrultusunda çalışacaklardır. Bu bakımdan 17. yüzyıl felsefesi bir Descartesçılıktır. Descartes, yaratıcı bir matematikçidir de: aritmetiğin yöntemini geometriye uygulamakla analitik geometrinin kurucusu olmuştur. Descartes’a göre, felsefe ‘bir doğru bilgiler bağlantısı olacaksa, analitik geometri ile matematik fiziğin yöntemini kullanmalıdır.

Felsefenin kendisinden önce ortaya koyduklarını güvenilir bulmayıp, matematik bilgi örneğine göre felsefede köklü bir düzeltim yapmak düşüncesiyle yola çıkan Descartes, yeni bilgi yapısını üzerine oturtmak için aradığı  sağlam temeli “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesinde bulur. Buraya varmak için de uzun bir kuşku yolundan geçer. Ancak, bulduğu dayanak öylesine sağlam, öylesine apaçık ki, bundan önce kuşkusunun ortadan kaldırdığı bütün varlık çeşitleri (kendisi, Tanrı, çevresi, öteki insanlar), yeniden gerçeklik kazanırlar ve güvenilir olurlar. Gerçekliği bütün alanlarıyla yeniden kurma işinde Tanrı kavramı bir kaldıraç gibidir: Bilince bakınca, burada Tanrı kavramının bulunmakta olduğunu görürüz diyor Descartes.

Tanrıya en gerçek varlık dediğimize göre, yokluk ile bağdaşamaz Tanrı; onun yok olduğunu düşünmek çelişki olurdu. Tanrı en yetkin varlık da olduğu için, beni aldatmaz, dolayısıyla cisimler dünyasının varolduğuna da, belleğimizin bizi yanıltmadığına da inanabiliriz.

Tanrı kavramı gibi bilincimizde hazır bulduğumuz düşüncelere “doğuştan düşünceler” der. Bunlar açık ve seçiktirler, onun için bilgi değerleri yüksektir. Buna karşılık bilincimize dışarıdan gelen ya da hayal gücümüzün oluşturduğu düşünceler bulanık ve karışıktırlar; bunların bilgi değerleri de düşüktür.

Yöntem - bilgi konusunda Descartes felsefesinin başlattığı tartışmada Pascal (1623- 1662) ile Bayle (1647-1706) Descartes’ın evrensel diye önerdiği yöntemin her konuyu aydınlatamayacağını, insan için “Tanrı nedir? İnsan yaşamının anlamı nedir?” gibi çok önemli soruların yanıtlarının ancak gönlün bir ışığı ile bulunabileceğini ileri sürmüşlerdir.

Descartes’ın az etkisinde kalan, tutarlı bir doğruculuğu savunan Thomas Hobbes (1588- 1679)a göre her çeşit bilginin kaynağı deneydir; bilginin amacı da, insanın —doğa ve kültür— çevresine egemen olmasıdır. Felsefede yapılacak şey, olaylar, hep asıl gerçekler olan “nedenler”e bağlamaktır. Tek gerçek olan cisimler dünyasında dayanakları olmayan bütün tasarımlar birer kuruntudur; “özgürlük”, “maddi olmayan ruh” gibi. Olayları matematiğin yöntemiyle ele alırsak, bu gibi kuruntulardan kurtuluruz; o zaman işin içine duygular karışmaz. Bu son anlayışta Descartes’ın etkisi açık olarak görülüyor.

Asıl Spinoza (1632 - 1677) Descartes’ın yöntem anlayışının çok etkisinde kalmıştır. Bunu daha işe başlayışında görebiliriz: Spinoza —Descartes’ın “Düşünüyorum öyle  ise varım” önermesi gibi— tek bir bilgiyi, Tanrı bilgisini öğretisinde çıkış noktası olarak alır ve —yine Descartes gibi— geri kalan bütün bilgileri tümdengelimli bir yol olan geometrik yöntem ile bu temelden türetir: tıpkı uzaydan geometrinin şekillerini türetir gibi.

Leibniz (1646-1716) de yöntem ve bilgi anlayışında —ana tutumu bakımından— Descartes’ın izinde sayılabilir. Çünkü ona göre de, doğru bilgiye vardırmada matematiğin yöntemi tek güvenilecek yöntemdir. Matematikte olduğu gibi, felsefede de kavramlarla hesap işlemleri yaptığımız gün, felsefedeki tüm ayrılıklar ortadan kalkacaktır. Leibniz de Descartes’ın tüm sistemini taşıyan “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesi türünden temel doğruları, ilk doğruları arar: Öteki doğruları temellendirmek ve yenilerini bulmak için Leibniz için de önsel bilgiler vardır ve aklın bu doğruları zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Olgunun doğruları ise ancak tesadüfidirler. Bir özelliği uzlaştırıcılık olan Leibniz felsefesi deney bilgisini değersiz saymaz; ama temelde usçudur, akıldan kaynaklanan bilgilerin yüksek değeri vardır.

17. yüzyıl felsefesinin yöntem - bilgi yanında üzerinde durduğu bir konu da, varlık sorunudur ve sorunun ağırlık merkezi töz kavramında toplanmıştır.

Sorunu bu kavramla başlatan yine Descartes olmuştur. Ona göre birbirinden özce, yapıca ayrı olan biri sonsuz (Tanrı), ikisi sonlu (ruh ve cisim) üç töz vardır. Ruh’un özniteliği düşünme, cismin ise yerkaplama, uzamdır. Bu iki nitelik de birbiriyle uzlaşamaz, bağdaşamazlar. Cismin temel niteliğinin uzam olması, doğa anlayışı Descartes’ı tam mekanist bir fiziğe vardırmıştır: asıl gerçek hareketlerdir. Hareket bir yer değiştirmedir, bu da cisimlerin birbirilerine doğrudan doğruya çarpmaları ve basınçlarıyla olur. Bu fizikte “doğa” hareket yasalarına göre işleyen bir makineden başka bir şey değildir ve canlı da bu makinenin içinde yer alan bir otomattır. Ancak ruhsal olaylarda özce maddeden başka bir tözün görünüşleriyle karşılaşırız. İnsanın maddi yönü olan bedeni ile ruhu birbirleriyle nasıl ilişki kurabiliyorlar? Descartes bu ilişkiyi bir birlikte çalışma; bir karşılıklı etkileşme diye açıklıyorsa da, bu çözüm bu iki bağdaşamazın birarada bulunabilmesi anlamak için inandırıcı olamıyor ve kendisinden sonraya bir sorun olarak kalıyor.

Varlık sorununun Descartes’tan sonraki gelişmesinde başlıca görüşler: Çok tutarlı bir materyalist olan Hobbes’a göre, töz olan her şey ancak maddi olabilir. Ruh diye bir töz yoktur; ruhsal olaylar ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, yine de dayanakları maddidir.
Aranedenciler (Occasionalist) denilen düşünürlerin başlıca kaygısı da, Descartes’ın inandırıcı olarak çözemediği beden - ruh ilişkisi sorunu olmuştur. Onlara göre bu ilişkiyi kuran Tanrıdır; gerçek neden odur. İnsandaki ruhtan bedene ulaşan bir istenç ya da bedenden ruha iletilen bir uyarım, bunların ikisi de bu ilişkinin kurulmasında ancak birer ara-nedendirler. Bu çığır sonunda Tanrıyı evrende bütün olup - bitenlerin tek nedeni yapmıştır, yalnız beden ile ruh arasında değil, tüm varolanlar arasındaki ilişkiyi kuran Tanrıdır.

Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der. Bütün varolanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tümtanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini birtakım öznitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öznitelikte olup - biten şeyler aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık burada ortadan kalkar.

Leibniz, sayıca bir sonsuz çokluk olan töze monad adını verir. Monadlar, bu kendi içlerine kapalı. “birlikler”, tinsel niteliktedirler; kendilerinde tasarım yeteneği bulunan etkin “güç merkezleri”dir. Bütün monadlar aynı bir konuyu, evrenin tümünü tasarımladıkları için, bir bağlantı içinde birleşmiş, kendi başlarına olmaktan çıkmış olurlar. Ancak, her monadın tasarımı açıklık ve seçiklik bakımından başka türlü olduğundan, kendisi de öteki bütün monadlardan başka olur. Bundan dolayı bu dünya da birbirine tıpatıp eşit olan iki şey yoktur. Monadlar tasarımlarındaki açıklığa, belirginliğe göre aralarında sıralanırlar: En yukarda her an evrenin tümünü açık olarak tasarımlayan Tanrı, en aşağıda da tasarım bilincinden yoksun madde vardır. Geri kalan varlıklar bu ikisi arasında dizilirler. Etkinlik de tasarım aydınlığı ile orantılıdır; tasarımı en aydınlık olan Tanrı, dolayısıyla en etkin varlıktır. “Birbirilerine açılmış pencereleri olmayan”, bu yüzden birbirilerine etkide bulunamayan monadlar arasındaki ilişkiyi, Tanrının bir düzeni olan “önceden kurulmuş uyum” Sağlar. Beden ile ruh ilişkisi de bu uyum içinde gerçekleşir. Beden ile ruh baştan birbirine koşut olarak kurulmuş iki saat gibi işlerler.

Böyle bir metafizikten Leibniz organik nitelikte bir fizik geliştirmiştir. Kendi deyişiyle: “Doğa, içi balıklarla dolu bir havuz gibidir.” Gidişi hiç kopmayan bir süreklilik olan doğadaki zorunlu mekanik bağlantı, Tanrının ereği emrinde bir araçtır. Oysa Galilei ile Descartes, doğayı içinde hiç ereksellik bulunmayan zorunlu bir mekanizma diye anlamışlardı.

Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar üzerinde toplanmıştır. Ahlâk, devlet, din vb. eylemle ilgili (pratik) sorunları Descartes, kuramsal sorunları gibi sistemli olarak işlememiştir. Örneğin ahlâk konusundaki düşüncelerini mektuplarından öğreniyoruz. Bu düşünceler Stoa ahlâkının izinde yürürler; onun gibi usçudurlar. Erdem, Descartes’a göre, ruhun bedeni yenmesidir. Bunun için de gerçekten değerli olanı açık ve seçik olabilmek ve bunu iyice istemek de gerekir. Kötü, istencin duygulanımlara, başka bir deyişle maddi yönümüze kölece bağlanmasın ileri gelir. (Nitekim yanılma  da duyuların getirdiklerini istencin körü körüne doğru saymasından doğar). Öyle ise, gerek kötüden, gerekse yanılmadan ancak aklın açık ve seçik tasarımlarıyla kurtulunabilir; “doğru” ya olduğu gibi, “iyi”ye de aklın bilgisi vardırabilir. Böylece Descartes için ahlâkın da temeli, sistemin çıkış - noktası olan “düşünme” oluyor.
Descartes’daki durumun tam tersine olarak, Hobbes’un felsefesinin baş konusu devlet öğretisidir, bu eylemle ilgili olan (pratik) sorundur. Hobbes, felsefesinin doğalcı  materyalist tutumuna uygun olarak devleti yapma bir cisim sayar. Çünkü, ona göre gerçek olan, doğal olan ancak bireydir. Devlet sonradan oluşturulmuş yapma bir kurumdur. Hobbes, devletin (toplumun) kuruluşunu, bu sorunu, belli bir insan anlayışına dayanarak ele alır: İnsan bencil bir yaratıktır: varlığını sürdürme ve geliştirme isteği onun temel güdüsüdür. Bu yüzden de insan dünya nimetleri hep kendisinin olsun ister. Ama bunu herkes istediği için, “herkesin herkesle savaşı” durumu meydana gelir, bu durumda “insan insanın kurdudur”.

Bu “doğal hal”dir. İşte, insanın varolmayı ve gelişmeyi isteyen temel güdüsüne aykırı olan bu duruma bir son vermek; yani genel güvenliği sağlamak kaygısıyla, kendi başına “güç kullanma hakkı”nı herkes bir otoriteye aktarır: devlet de böylece kurulmuş olur. Bu da “yurttaşlık hali”dir. Hobbes, hukuk ve ahlâk kavramlarını böylece kurulan devletten türetir: Devletin kuruluş nedeni olan genel güvenliğe yarayan şey “iyi” “haklı”; yaramayan ise “kötü” ve “haksız”dır. Dolayısıyla ahlâk ile hukuk devlet yüzünden var olmuşlardır. Din de belli bir anlamı ancak devlet çerçevesinde kazanır: Yalnız devletin yasal saydığı inanç doğrudur. Devletin ödevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi (genel güvenliği sağlaması) için otoritesi eksiksiz ve koşulsuz olacaktır. “Devlet bir dev gibi olmalıdır” diyen Hobbes devlet konusunu işleyen bir yapıtına, Tevrat’ta geçen bir devin adını, ‘Leviathan” adını vermiştir.

Spinoza’nın ahlâk öğretisi de, Hobbes’unki gibi, “kendimizi ‘koruma” içgüdüsünü çıkış noktası olarak alır. İnsanın duygu yaşamını doğalcı - mekanikçi bir anlayışla çözümleyen Spinoza. temel duygu olarak “kendimizi koruma ve geliştirme” duygusunu bulur. Geri kalan bütün duygular bundan çıkarlar. Ahlâkın da temeli bu içgüdüdür, bu duygudur: “İyi” kendimizi koruma ve geliştirme duygusuna uygun olan, “kötü” bu duyguya aykırı olan şeydir. Bağımsız olan, kendinden iyi ya da kötü diye bir şey yoktur.
Spinoza’ya göre, vücut —beden— güçlü olursa gelişir. Ruhun gelişmesi ise düşünme bakımından yetkin olmasına bağlıdır. :Başka bir deyişle: Erdemli ruh, yetkin olan, yani açık ve seçik düşünebilen ruhtur. Açık ve seçik düşünebilme, neyin elde edil meye değer olduğunu gösteren bilgiyi sağlar.

Descartes’ta olduğu gibi Spinoza’da da “etkin” olmak ile “erdemli” olmak arasında sıkı bir ilgi var: Duygulanımlara, tutkulara kendini kaptırmış bir ruh edilgindir; bulanık ve karışık bir durumdadır, sürüklenmektedir; dolayısıyla erdemsizdir. Açık ve seçik bilgiler ise ruhu etkin de, mutlu da kılarlar, özgür de yaparlar; Özgürlük, kendimizi kendimizin belirlemesi olduğuna göre, bu da etkinlik durumunda ve bunu sağlayan düşünce ile, gerçek bilgi ile gerçekleşir. Bundan dolayı insanın ahlak bakımından ödevi, tutkuları düşünce ile yenmektir. İnsanı erdemli yapan, güçlü kılan, özgür eden o gerçek bilgi de, Spinoza için, Tanrı bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmış kimse, yalnız Tanrıya bağlanıp onu sevecek, geri kalanları gelip - geçici görünüşler sayacaktır. Tanrıyı birtakım hesaplarla, korkularla değil, körükörüne değil, bilerek, akıl ile sevmek, erdemin doruğudur. Çünkü insanın kendisini geliştirmesi bir doğa yasasıdır. Bu çeşit Tanrı sevgisinde insan tam yetkinliğine ulaşmıştır; böylece de özündeki doğa yasası en yüksek aşamasında gerçekleşmiştir.

Devletin kuruluş nedenini Spinoza, Hobbes’unkine benzeyen bir yaklaşım ile açıklar: İnsanlar tek başlarına, dağınık yaşarlarken, “kendilerini koruma ve geliştirme” isteklerinin, bu temel güdülerinin tehlikelerine karşılaştığını gördüklerinden, aralarında güven ve esenliği sağlamak için anlaşarak, sözleşerek devleti kurmuşlardır. “Yapma” bir kurum olan devletin değeri, kuruluş ereğine uygun olup olmamasıyla ölçülür. Devletin görevi, bireylerin hak ve güç alanlarını, bunların birbirlerini tedirgin etmeyecekleri gibi düzenlemektedir. Bu da en iyi demokraside olur. Bu son düşüncelerinde Hobbes’un karşısında yer alan Spinoza, devlet barışı sağlamak için kurulmuştur diye insanı bir köle durumuna getirmemelidir; tersine, insanın hem bedenini hem de ruhsal yetilerini geliştirebileceği özgür bir ortam oluşturmalıdır, der. Gününde “hoşgörürlük” düşüncesi için savaşanlardan biri olan Spinoza Yeniçağ liberalizminin öncülerindendir.

Leibniz’in de ahlâk öğretisi usçu. Ahlâk bakımından doğru olan ile doğru olmayanın ölçüsü, ona göre de, doğru ve yanlış bilgisidir. Tasarımları bulanık ve karışık olan monad edilgin durumdadır; içgüdülerin kölesidir, özgür değildir. Açık ve seçik bilgileri olan monad ise etkindir, onu güden istençtir; bu durumunda bu monad kendi kendisini belirliyordur, dolayısıyla özgürdür, Ahlakın ereği, ruhun olgunlaşmasıdır, aydınlanmasıdır.

Bir ruh açık- seçik bilgilerle ne kadar aydınlığa kavuşmuşsa, başkalarının iyiliğini de o kadar sevgi ile benimser. Çünkü bu aydınlık ona öteki insanların tasarımlarını iyice kavratır; onlarla birlikte, “Önceden kurulmuş uyum” ilkesine göre, içinde yer almış olduğu bağlantıyı öğretir. Bu öğrenme ne kadar aydınlık ise, monadın bencilliği o kadar azalır; başkalarının iyiliğini istemesi, başkalarına sevgi duyması da o kadar çoğalır.

Leibniz’in hukuk öğretisi de bu ahlâk anlayışının içinde yer alır. Hukuk yalnız insanların dış ilişkilerini düzenleyen bir kurum değildir. Hukukun kökleri ahlâktadır, ahlâksal sevgidedir. Bu sevgi yüzünden insan başkalarının mutluluğunu kendi öz mutluluğu gibi duyar; bu duygu ile başkalarının haklarına el uzatmaz, bunları -çiğnemez. Böyle bir sevgiye de yol gösteren bilgeliktir, eylemlere aklı kılavuz yapmaktır.

Din felsefesinde Leibniz’in dünya görüşü en derli toplu anlatımına varmıştır. Leibniz de “akıl dini” ve “pozitif din” ayrımını yapar. Usçu Leibniz’e göre elbette akıl dini değerce yüksek olanıdır, asıl dindir. Tarihsel olan pozitif dinin dogmaları akıl dinine rasgele eklenmiş olan şeylerdir. Bu yüzden bu dinin örneğin türlü ibadet biçimleri zorunlu değildirler. Oysa akıl dininin inançları “aklın doğruları” içinde yer alırlar, zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Leibniz’e göre dinde esas olan yalnız Tanrı bilgisi ve sevgisidir.

Leibniz’in Tanrısı monadların sıra düzeninin en üstünde bulunan, dolayısıyla en bilgili, en etkin, en güçlü olan, bütün. evrenin “merkezi monadı”dır, Böyle bir Tanrı anlayışı karşısında: “Bu yetkin Tanrı ile onun bir yaratısı olan şu evrendeki bozukluk, çürümüşlük, suçluluk vb. nasıl uzlaşabilir? Böylesine güçlü bir Tanrı neden bütün bunların içinde bulunmadığı yetkin bir dünya yaratmamıştır” diye sorulabilir. Nitekim daha önce Bayle bu çelişkiye dikkati çekmişti; Leibniz ona karşı, sözü geçen çelişkiyi gidermek, Tanrıyı haklı  çıkarmak için yazdığı bir yapıtında, özetle, şöyle düşünür:  Eksik olan tek tek monadlara değil de, Tanrının yansısı olan evrenin tümüne bakarsak, bu bütünün yetkisi olduğunu görürüz. Monadların suç ve günahla yüklü olmaları, acı çekmeleri hep eksik olmalarından, yetkin olmayışlarındadır. Bu da da aklın doğruları içinde yer alan “metafizik eksiklik” yüzündendir: Yetkin olmayış evren kavramında zorunlulukla bulunan bir öğedir. İçinde sonlu varlıkların bulunmayacağı bir dünya düşünülemez. Dolayısıyla Tanrı bir evren yaratacaktıysa, bunun sordu, eksik varlıklardan oluşması bir zorunluluktu. Öyle ise, Tanrı evreni yaratırken büsbütün özgür değildi, aklının kurallarına bağlıydı. Ama Tanrı yine de olabilecek en iyi dünyayı yaratmıştır. Kısaca: Tanrı “iyi”yi istemiştir, ama dünyanın böyle eksik ve bozuk olması mantıksal bir zorunluluktu. Tanrıda da akıl istençten daha ağır basmıştır.

Felsefenin Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979


Batı Yeniçağ'ının başlangıcında, özellikle 17. yüzyılda büyük bilimsel sistemler veya sistemleştirmeler görülür. Bu dönemde yer alan filozofların kendileri esas olarak ya bilim adamlarıdır veya bilimsel yöntem, bilimsel buluşlar alanında meydana gelen büyük değişmeleri felsefi olarak ifade etme kaygısına sahip insanlardır. Bu büyük bilimsel sistemlere örnek olarak fizikte Galile'nin ve Newton'un, astronomide Kepler'in, biyolojide Harvey'in çalışmalarını verebiliriz. 

Bu dönemin bilim adamı-filozof veya bilimsel sonuçları felsefi sistemler biçiminde ifade etmek isteyen kişilerine örnek olarak da Descartes, Hobbes ve Spinoza'nın adlarını zikredebiliriz. Descartes, Hobbes ve Spinoza bir yandan matematik-dedüktif yöntemi evrensel bir dil olarak felsefenin yöntemi kılmak isterlerken, diğer yandan 17. yüzyılın mekanist fiziğini felsefeye, siyaset ve ahlaka uygulamak istemişlerdir. 

Sonuç olarak 17. yüzyılın sözünü ettiğimiz büyük filozofları sistem kurucu filozoflardır ve onların sistemleri de esas olarak doğa bilimleri örneğine ve doğa bilimlerinde başarılı olduğu görülen bilimsel yönteme göre düzenlenmiş, onu model almıştır.

Öte yandan adı geçen bu üç büyük 17. yüzyıl filozofunun da dedüktif yöntemi savunan kişiler olmaları bizi yanıltmamalıdır. Çünkü aynı yüzyılda yaşamış olan büyük İngiliz filozofu]. Locke'un, "İnsan  zihninde deneyden gelmeyen hiçbir bilgi yoktur" cümlesini düstur kabul eden kökten bir deneyciliğin temsilcisi olduğunu bildiğimiz gibi, bu yüzyılın iki büyük bilim adamı Galile ve Newton'un bilimde deneye, olgulara en fazla önem veren bir yöntemin savunucuları olduklarını da biliyoruz.
Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder