Modernin Bunalımından Yapıbozumculuğa


Auschwitz’den Sonra Felsefe Yapmak — Modernin Bunalımından Yapıbozumculuğa
Adorno’nun, 2. Dünya Savaşı’nın dehşetinden, özellikle de Yahudi kıyımından sonra, sadece Auschwitz’de değil, genelde bir daha şiir yazılabilir mi sorusuna benzer şekilde şu sorulabilir. Auschwitz’den sonra, bütün felsefeler başlangıçlarını oradan almak zorunda değiller mi? Artık, yaşanan dünyayla etik bir ilişki kurmadan, salt soyutlamaya dayanan bir felsefe yapılabilir mi? —Sarah Kofman ve — Arendt, yapıtlarında özellikle bu sorunla yoğun şekilde uğraşan kadın filozoflardır.

Eleştirel Teori
Max Horkheimer (1895-1973), Theodor W. Adorno (1903-1969) ve Herbert Marcuse, Frankfurt Okulu denen akımın en önde gelen temsilcileridir. Her üçü de Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelmesinden az önce ABD’ye göç ettiler. Orada Karl Marx, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Max Weber ve de Friedrich Nietzsche’den hareketle eleştirel bir toplum teorisi geliştirdiler.

Adorno ve Horkheimer 1942-44 yılları arasında, Dialektik der Aufklärung (1947) (Aydınlanmanın Diyalektiği 1995, Kabalcı Yayınevi) adıyla, aydınlanmanın kendi kendini yıkacağı uyarısını yaptıkları ortak bir kitap yayımladılar. Aydınlanma, kendi düşüncesi içinde “geriye dönük güçleri” hesaba katmamakla, “ilerlemenin yıkıcı öğelerini kendi düşmanına” bıraktı (Horkheimer/Adorno 1984, s. 3). Bu tondaki yazı akılcılığa, bununla da, teknolojinin büyüklük hayallerine kökten bir eleştiri getiriyor. Bir yandan doğaya egemen olma, öte yandan insanın insana hükmetmesi, fatal bir şekilde birbirine bağlıdır: “Aydınlanma, nesnelere karşı, tıpkı bir diktatörün insanlara karşı davrandığı ,gibi davranıyor. Onu yönlendirebildiği ölçüde tanıyor. Bilim adamı, nesneyi onu yapabildiği kadarıyla tanıyor” (a.g.y., 5. 12).

Horkheimer, Vernunft und Selbsterhaltung (1944) adlı yazısında dünyayı ve insanı sadece rasyonel amaçlara göre yargılayan “aklın salt araç olarak” kullanılması tehlikesine karşı açıkça uyarıyor. Doğaya karşı gittikçe artan yabancılaşma, sonunda insanın kendi kendisine yabancılaşmasına varacaktır. Aklın parçalanması sonucunda bireyin parçalanması, sadece bir zaman sorunudur. Felsefenin görevi, bu görüşe dayanarak, daima yeniden akılcılığın sınırlarını göstermektir.

Eğer Auschwitz’den sonra, hâlâ aklın diyalektiği olabilecekse, bu ancak, Adorno’nun aynı adı taşıyan kitabında (1966) söylediği gibi, “Negative Diyalektik” biçiminde olacaktır. Ölümünden sonra yayımlanan Asthetische Theorie (1970) adlı fragman büyük bir etki yaptı. Burada negatif diyalektik düşüncesinin temellerini sağlamlaştırıyordu. Adorno iki kitapta da deneyime, “özdeş olmayan”a, özel bir yer vermeyi savunuyor; sanatta böyle bir durumun örneğini görüyordu.

İdeal Karşılıklı Konuşma ve Transandantal Felsefenin Şekil Değiştirmesi.
Eleştirel teorinin arkasından, Jürgen Habermas ve Karl-Otto Apel, bir “karşılıklı konuşma etiki” kurmayı denediler. Her ikisi de pragmatik ve analitik felsefe geleneği içinde yer alır. Apel, Charles Peirce’den yola çıkarak, “klasik aşkın felsefeyle dil çözümlemesine dayanan bilim mantığının” sentezinin yapılabileceğini göstermek istiyordu (bkz. Apel 1973, s. 285). Yine Frankfurt Okulu üslubundaki Sturukturwandel der Öffentlichkeit’da (1962), modern demokrasinin aydınlanmış tartışma ortamının ortaya çıkışı ve yapısını araştırır.

Die Theorie des kommunikativen Handelns (1981), transandantal özne yerine (a priori), ideal karşılıklı anlaşma birliğini  “Dürüst kanıtlama” önkoşuluyla, özneler arasında geçerligi olan karşılıklı anlaşma etiki oluşacaktır. Bu düşüncenin temelinde, “araştırmacıların sınırsız bir yorumlama birliği” kurmaları tasarısı vardır. Farklı düşüncelerin ortaya atılması, burada rahatsız edici bulunmayacaktır. Buradan beklen,  tartışmaya dayanan anlaşma, kurulan bir konsensüs biçimi içinde olanaklıdır. Fakat kanıtların anlaşmayı sağlayan gücünün nereden geldiği,” açık kalmalıdır (Habermas 1984, s. 161).

Apel ve Habermas, “kanıtlama olanaklarının koşulları”nın ne olduğunu sorarak, genel anlaşmaya dayanan bir etik’e ulaşmak istiyorlar. Kant’ın kategorik buyruğu buna uygun olarak şekil değiştirecektir. Başkaları yanında, tartışma etiki üzerine eleştirel düşünceler ileri süren Brigitte Weisshaupt, özellikle, “araştırmacıların ideal yorum birliği” kurgusu üzerinde durur ve kadın araştırmacıların da erkekler tarafından eşit haklara sahip taraflar olarak tanınacaklarının hiç söz konusu edilmediğini söyler.

Yapısalcılık, Postyapısalcılık ve Yapıbozumculuk
Yapısalcılık, dilbilimci Ferdinand de Saussure (1857-1913) ve Roman  Jakobson’a (1896-1982) kadar geri gider. Saussure, dilde önce şu alanları birbirinden ayırır a) Lang (gösterge sistemi olarak dil); b) langage (dil yeteneği); c) parole (bireysel konuşma). Bundan başka o, temelden farklı iki tür dile yaklaşım şeklini birbirinden ayırır: diachron (dilin tarihsel gelişmesinin incelenmesi); ve synchron (güncel işaret sisteminin incelenmesi). Dil, Saussure ve Jacobson için yalnızca dilin kullanılmasında ve bütün konuşanların konuşmalarında varolan bir göstergeler sistemidir. Bu, farkında olmadan, toplumsal dünyanın yapısını oluşturur. Gösterilen ve gösteren arasındaki ilişki kabul edilmeye dayanır, yani isteğe bağlıdır. Fakat konvensiyon ile düzenlenmiştir. Saussure’ün araştırma yöntemi şimdiye kadar olduğu gibi, tarihsel, değil, ağırlıklı olarak eşsüremlidir. Onu ilgilendiren, bir dilin belirli bir zaman noktasında nasıl işlediği, karşılıklı konuşma sistemi için ne gibi kurallar üzerinde kurulmuş olduğudur. Dilin tek tek göstergelerinin kendi başına hiçbir anlamı yoktur. Anlam ancak başka göstergelerden farklı olmayla oluşur. Saussure’ün teorisi, özellikle Fransa’da 60’lı yıllardan beri olağanüstü etkili olmuştur. Bu etki sadece dil ve edebiyat bilimlerinde değil, felsefe, tarih yazımı (Annales Okulu), matematik (Nicolas Bourbaki grubu), psikanaliz (Jacques Lacan) ve etnoloji (Claude Lévi-Strauss) üzerinde de go Postyapısalcılık denen düşünce akımı bu düşünürlerin yazılarının gerilim alanında ortaya çıktı. Bu ad, artık yöntem bakımından çok farklı olan unsurları bir araya getiren bir kavramdan başka bir şey değildir. Burada Michel Foucault’nun tarihsel-genealojik araştırmalarının yanı sıra, Heidegger ve Freud’dan gelen Jacques Derrida’nın “yapıbozumculuğu”ndan da söz edilmelidir. Aynı zamanda Helene Cıxous, — Kristeva ya da —Luce Irigaray gibi feminist dil ve edebiyat eleştirmeni kadınlar üzerinde de etkili olmuştur.

Postmodern
Başlangıçta resimde, mimaride, sanat ve edebiyatta da, farklı çağlardan gelen biçemlerin karışımı postmodern olarak niteleniyordu.

Felsefede bu kuramla, “büyük anlatılar”ın (ideolojilerin, dinlerin, felsefe sistemlerinin, vd.) modern olandan “sonra,” geçerliklerini kaybettikleri durum kastedilir.

Filozof Jean-Francois Lyotard (dog. 1924) Das postmoderne Wissen (1986) adlı kitabında bu yeni çağı betimler. Postmodernin “... bir kültür durumu, bilimin edebiyatın ve sanatların 19. yüzyılın sonlarından beri oluşturdukları oyun kurallarının şekil değiştirmesi durumu” olduğunu söyler (Lyotard 1986, s. 13). Sadece Lyotard değil, Michel Foucault ve Jacques Derrida da bilimin evrensellik ve “hakikat” savına karşı çok büyük eleştiriler ileri sürdüler. Bilimin bu şekilde üstünde kurulduğu, tartışılmayan, tartışma ötesi bırakılan kurallarının suskunlukla geçiştirdiğini söylediler. Daha önce metafizik anlatılar bunu peçelemişlerdi. Böyle büyük anlatılar, —örneğin “akıl sahibi öznenin bağımsızlaşması” ya da “aydınlanma” ve “ilerleme” gibi — postmodern çağda krize girdiler.

Karşıtlık Yerine Farklılık: Feminist Akıl Eleştirisi
Yapısalcılık ve yapısalcılık sonrası düşünme, artık Hegel’in diyalektiğinde ya da aşkın felsefede olduğu gibi karşıtlıklarla uğraşmaz.

Çünkü bu, tarihsel somut olan ve de “canlı” bilgi formlarıyla çelişir (bkz. Lyotard 1980, s. 31). Feminist tartışmalarda, çok kez buna benzer bir kavram olarak “farklılık” kullanılır. Daha tam söylenirse: “cinslerin farklılığı” ya da “cinsel farklılık” kullanılır.  Şimdiye kadar kadınlık, erkek düşünmesinin eksikliği ya da negatif filmi olarak düşünüldüğünden, şimdi istenen, yeni bir hiyerarşiye yer verilmemesi için cinsel farklılığı felsefeye sokmaktır. Radikal akıl eleştirisi yapan —ister Adorno’ya isterse postmodern düşünceye bağlı olsunlar— bir çok kadın düşünürü temsil eden Sarah Kofman, Derrida’ya girişte, Derrida Okumak’ta, postmodern felsefeyle feminist felsefenin teorik yakınlığına işaret ediyor. Michel Foucault, genealojik (cinslerin köküyle ilgili) araştırmalarında, bazı türlerin tanıtılma için yeğlendiği, bazılarının bundan uzak tutulduğu ya da hesaba katılmadığını gösteriyor — kadınlar buraya giriyor. Derrida’nın, metinlerde, yapı-bozulması ve hiyerarşinin yıkılması (o, bunlarda özellikle “söylenmemiş olan”a ve kenarda bırakılana dikkat eder) stratejisi, feministlerin eski metinleri “yeni” bir şekilde okuma yöntemine benzer (Susan Griffin,Mary Daly, Genevieve Lloyd). Luce Irigaray ya da Julia Kristeva’nın eleştirel çalışmaları da buraya girer.

Kadın Filozoflar- Marit Rullmann- Çeviri: Tomris Mengüşoğlu-Kabalcı Yayınevi-1998

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder