Aydınlanma
dönemi için yararlanacağımız yapıt,
Isaiah Berlin’in “RomantikliğinKökleri “ adıyla derlenen
konferanslarından olacak.
Batıyı
anlama çabasını onların kendi üzerlerine yaptıkları yorumlar ile sürdürüyoruz.
Aslında “Batı” derken çok genel bir şeyden söz ediyoruz. Biz daha çok Batı
Avrupa coğrafyasında temellenen ve oradan yayılan görüşlerin sürecin izini
sürüyoruz. B.Berksan
Kaynak:
Romantikliğin Kökleri-Isaiah Berlin-Hazırlayan:Henry Hardy-Çeviren :Mete
Tunçay-YKY-2004
Onyedinci
yüzyıl sonuyla onsekizinci yüzyıl başının Aydınlanma’sı bir miktar tanımlanmak
gerekir. Sanki bütün Batı geleneğinin üstünde durduğu üç bacağını oluşturan üç
önerme vardır. Bunlar Aydınlanma’ya özgü değillerdir; ama Aydınlanma onların
belirli bir çeşitlenmesini sunmuş, onları belirli bir biçimde dönüştürmüştür.
Bu
üç ilke kabaca şöyledir.
Birincisi, bütün gerçek [sahici] sorular yanıtlanabilir ve eğer bir soru
yanıtlanamazsa, soru değildir.
|
Yanıtın
ne olduğunu biz bilmeyebiliriz, ama başka birileri bilecektir. Biz, yanıtı kendimiz
bulamayacak kadar zayıf ya da aptal yahut bilisiz olabiliriz. Bu durumda, belki
yanıt bizden daha bilge birilerince, uzmanlarca ya da bir tür seçkinlerce
bilinebilir. Biz günahkar yaratıklar olabiliriz, onun için de kendi başımıza
doğruya erişebilmekten her zaman yoksun kalabiliriz. O durum da, yanıtı bu
dünyada bilemeyeceğiz, belki öbür dünyada öğreneceğizdir. Ya da belki yanıt,
Düşüş’ün ve Tufan’ın bizi şimdi olduğumuz gibi zayıf ve günahkar hale
getirmesinden önceki bir altın çağda biliniyordu. Yahut belki altın çağ
geçmişte değil, gelecektedir de, o zaman doğruyu keşfedeceğizdir. Burada
değilse, orada. Şimdi değilse, bir başka zaman. Fakat ilkece yanıt biliniyor
olmalıdır; insanlar tarafından değilse bile, Mimikül bir varlık, Tanrı tarafından.
Eğer yanıt hiçbir türlü bilinebilir değilse,
ilkece bize kapalıysa, o zaman soruda bir yanlışlık olmalıdır. Bu, Hıristiyanların,
Skolastikçilerin, Aydınlanma’nın ve yirminci yüzyıl pozitivist geleneğinin
ortak ilkesidir. Aslında, ana Batı geleneğinin omurgasıdır ve romantikliğin
çatlattığı da budur.
İkinci önerme, bütün bu yanıtların bilinebilir, öğrenilebilen ve başka
kimselere de öğretilebilen yollarla keşfedilebilir olduklarıdır:
|
dünyanın
nelerden oluştuğunu, içinde ne gibi bir yer tuttuğumuzu, gerçek değerlerin
neler olduğunu ve bütün öteki ciddi ve yanıtlanabilir soruların yanıtlarını
öğrenmeye ve bunları keşfetmenin yollarını öğretmeye imkan veren yöntemler
olduğudur.
Üçüncü önerme de, bütün yanıtların biribiriyle bağdaşabilir olmasının
gerektiğidir;
|
çünkü
bağdaşamazlarsa, kargaşa [kaos] çıkar. Bir sorunun doğru yanıtının bir başka
sorunun doğru yanıtıyla bağdaşamaz olamayacağı açıktır. Doğru bir önermenin bir
başkasıyla çelişemeyeceği mantıksal bir gerçektir. Bütün sorulara verilen bütün
yanıtlar önermeler haline getirilse ve eğer bütün doğru önermeler ilkece
keşfedilebilir iseler, o zaman bundan ideal bir evrenin —isterseniz bir Ütopya—
bir betimlemesinin olması gerektiği sonucu çıkar ki bu, bütün ciddi sorulara
verilen bütün yanıtların tanımladığı bir bütünden ibarettir. Biz ona erişebilir
olmasak bile, bu Ütopya, hiç değilse, bizim şimdiki yetkinsizliklerimizi
kendisine oranlayabileceğimiz idealdir.
İşte
bunlar, ister Hıristiyan ister pagan olsun, ister tanrıcı ister tanrı-tanımaz,
akılcı Batı geleneğinin genel varsayımlarıdır.
Aydınlanma’nın
bu geleneğe kattığı nitelik,
yanıtların o vakte
kadar kullanılan yolların birçoğuyla elde edilemeyeceğiydi
|
— ama, herkesin bildiği şeyler olduğu için, bunun
üstünde durmam gerekmiyor.
Yanıtlara vahiyle erişilemez, çünkü farklı insanların vahiyleri
biribiriyle çelişmektedir.
Gelenekle de erişilemez, çünkü geleneğin çoğu kere yanıltıcı
ve yanlış olduğu gösterilebilir.
Dogmayla erişilemez, ayrıcalıklı türünden insanların
bireysel öz-denetimiyle de erişilemez, çünkü geçmişte pek çok sahtekar bu role
soyunmuştur vb.
Bu yanıtları
keşfetmenin tek bir yolu vardır, o da aklı doğru olarak kullanmakladır — matematik bilimlerinde tümdengelim,
doğa bilimlerinde tümevarımla.
Genellikle yanıtların —ciddi sorulara verilen
doğru yanıtların— elde edilmesinin tek yolu, budur. Fizik ve kimya dünyalarında
zafer kazanan sonuçlar üretmiş olan bu gibi yanıtlamaların, siyaset, ahlak ve
estetik gibi daha sorunlu alanlara da eşit ölçüde uygulanmaması için herhangi
bir sebep yoktur.
Yaşam
ya da doğa kavramının vurgulamak istediğim bu genel kalıbı, bir yapbozdur. Biz
bu bulmacanın dağınık parçaları arasında yatıyoruz. Bu parçaları bir araya
getirmenin bir yolu olmalıdır. Tüm-bilge bir adam, limikül bir varlık, ister
Tanrı ister her şeyi bilen bir dünya yaratığı —nasıl düşünmek isterseniz—
ilkece, bütün o çeşitli parçaları tutarlı bir kalıp içinde biribirine
uydurabilecektir.
Bunu her kim yaparsa, dünyanın neye
benzediğini bilecektir: şeylerin ne olduğunu, eskiden ne olduklarını, ileride
ne olacaklarını, onları hangi yasaların yönettiğini, insanın ne olduğunu,
insanın şeylerle ilişkisinin ne olduğunu ve dolayısıyla, insanın neye gereksinimi
olduğunu, ne istediğini ve de onları nasıl elde edeceğini bilecektir.
Bütün
sorular, ister olgusal nitelikte olsun ister bizim normatif dediğimiz nitelikte
—“Ne yapmalıyım?”, “Ne yapmalıydım?” ya da “Ne yapmam uygun yahut doğru olurdu?”
gibi sorular—, bütün bu sorular, yapbozun parçalarını biribirine uydurma gücünde
olan biri tarafından yanıtlanabilir. Bu bir çeşit gizli hazineyi aramak
gibidir. Tek güçlük, hazinenin yolunu bulmaktır.
Bu
noktada, kuramcılar elbette fikir ayrılığına düşüyorlar. Ama onsekizinci
yüzyılda, Newton’ın
fizik alanındaki başarısının ahlak ve siyaset alanlarına da mutlaka uygulanabileceği
üstünde hayli yaygın bir oydaşma vardı.
Ahlak
ve siyaset alanları bize az rastlanır bir düzensizlik sunmuştur. İnsanların,
şimdi olduğu gibi o zaman da, şu soruların yanıtlarının ne olduğunu
bilmedikleri apaçıktır.
Nasıl yaşamalıydı?
Cumhuriyetler monarşilere yeğ tutulmalı mıydı?
Haz peşinde koşmak mı doğruydu, ödevini yapmak mı, yoksa bu
seçenekler uzlaştırılabilir miydi?
Münzevi olmak mı doğruydu, şehvet düşkünü olmak mı?
Doğruyu bilen uzmanların
seçkinlerine itaat etmek mi uygun olurdu, yoksa ne yapması gerektiği hakkında
her insanın kendi görüşünün olması hakkı mıydı?
Çoğunluğun kanısı zorunlu olarak siyasal yaşamın doğru yanıtı
diye kabul edilmeli miydi?
Iyi dediğimiz şey, dışsal
bir nitelik olarak varlığı sezilen, işte oradaki, ezeli, nesnel, her yerde ve
her koşulda bütün insanlar için doğru olan bir şey miydi?
Yoksa, iyi, belirli bir
kimsenin belirli bir durumda beğendiği yahut eğilim duyduğu bir şeyden mi ibaretti?
Bu
sorular, şimdi olduğu gibi o zaman da akıl karıştırıcıydı. insanların
gözlerini, fiziği de pek benzer bir durumda, biribiriyle kesişen birçok varsayımla,
klasik ve skolastikten kalma bir hayli hata üstüne dayalı olarak bulan Newton’a
dikmeleri çok doğaldı. Newton, ustalıklı birkaç darbeyle, bu müthiş kargaşayı
göreli bir düzene indirgemeyi başarmıştı. Çok az sayıdaki açık-seçik fizik-matematik
önermesinden evrendeki her zerrenin konumunu ve hızını çıkarsamıştı; kendisi
çıkarsamamış olsa bile, insanların eline uygularlarsa çıkar sayabilecekleri
silahlar vermişti; herhangi bir zeki insanın kendi başına kullanabileceği silahlar.
Hiç
kuşkusuz, fizik dünyasında bu tür bir düzen kurulabiliyorsa, insanların
bağdaşamayacak ilkeler adına biribirleriyle uğraştığı, biribirini öldürdüğü
ve yokettiği ve biribirini aşağıladığı ahlak, siyaset, estetik dünyalarında
ve insan kanısına dayanan kargaşa dünyasının geri kalanında da, aynı
yöntemler eşit ölçüde gözkamaştırıcı ve kalıcı sonuçlar ortaya koyabilirdi.
Bu son derece akla yakın bir umut ve gayet değerli bir insan ideali olarak
görünüyordu. En azından, Aydınlanma’nın
ideali kesinlikle budur.
|
Aydınlanma,
bazan söylendiği gibi, bütün üyelerinin yaklaşık olarak aynı şeylere inandığı
tekbiçimli bir hareket kesinlikle değildi. Örneğin, insan doğası hakkındaki
görüşler son derece çeşitliydi.
Fontenelle ve Saint-Evremond, Voltaire ve
La Mettrie
insanın aşırı ölçüde kıskanç, hasetci, kötü, yoz ve zayıf olduğunu ve o nedenle
de, başını suyun üstünde tutabilmek için olabilecek en katı bir disiplin
gereksediğini düşünüyorlardı. Yaşamla başa çıkabilmek için, sert bir disipline
ihtiyacı vardı.
Diğerleriyse
bu denli karamsar değillerdi; insanın esas itibarıyla değiştirilebilecek bir
töz olduğu, herhangi bir yetenekli eğitimcinin, herhangi bir aydınlanmış
yasamacının uygun ve makul bir şekle sokabileceği bir hamur olduğu görüşündeydiler.
Elbette, insanın doğadan renksiz ya da kötü olmadığını, iyi olduğunu, ama kendi
yarattığı kurumlar yüzünden yıkıma uğradığını düşünen Rousseau gibi birkaçı da vardı.
Eğer bu kurumlar çok şedit bir biçimde değiştirilebilse ya da düzeltilebilseydi,
insanın doğal iyiliği bir tomucuğun çiçek açması gibi patlayıp ortaya çıkacak
ve sevgi hükümranlığı yeryüzünde yeniden yaratılabilecekti.
Yine
Aydınlanma’nın önde gelen doktrinerlerinden kimileri ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu.
Ötekilerse, ruh kavramının bir boşinançtan ibaret olduğu, böyle bir varlığın
bulunmadığı görüşündeydi. Bazıları seçkinlere, bilgeler tarafından yönetilmenin
zorunluluğuna, ayaktakımının hiçbir zaman öğrenmeyeceğine, insanlar arasında
sürekli bir yetenek eşitsizliği olduğuna ve insanlar —denizcilik ya da iktisat
gibi, böyle olması açıkça gereken teknik konularda yaptıkları üzere— bir türlü
eğitilmedikçe, bilenlere, uzman seçkinlere itaat edecek yola girme ye
zorlanmadıkça yeryüzündeki yaşamın bir orman yaşamı olmaya devam edeceğine
inanıyorlardı.
Başkaları
ahlak ve siyaset sorunlarında her insanın kendi uzmanı olduğunu düşünüyorlardı;
herkes iyi bir matematikçi olamazdı, ama kendi yüreklerine bakan bütün
insanlar, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın farkını bilebilirdi; şimdi bilmemelerinin
sebebi, geçmişte alçaklar ya da ahmaklar, kendi çıkarlarına bakan hükümdarlar,
kötü kalpli askerler, yoz papazlar ve insanın diğer düşmanları tarafından
yanlış yollara sevkedilmiş olmalarıdır. Eğer bu gibi kimseler bir biçimde
ayıklanabilseydi ya da tasfiye edilebilseydi, Rousseau’nun dediği gibi, o zaman
her bir insan yüreğine ölümsüz harflerle kazınmış olan açık seçik yanıtları
keşfedebilecekti.
Burada
tartışmam gerekmeyen başka anlaşmazlıklar da vardı. Fakat bütün bu düşünürlerde
ortak olan, erdemin önünde sonunda
bilgiden ibaret olduğu görüşüdür; biz ne olduğumuzu bilebilirsek, neye
ihtiyacımız bulunduğunu bilebilirsek, onu nerede bulabileceğimizi ve elimizdeki
en iyi araçlarla nasıl elde edebileceğimizi bilebilirsek, o zaman mutlu,
erdemli, adil, özgür ve doygun yaşamlar sürebiliriz. Yine onlara göre, bütün
erdemler biribirleriyle bağdaşabilir; ve “Adalet aramalı mıyız?” sorusunun
yanıtının “Evet” olması ve “Merhamet duymalı mıyız?” sorusunun yanıtının da
“Evet” olması ve bu iki yanıtın bir şekilde bağdaşamaz olması mümkün değildir.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik biribiriyle bağdaşabilir olmalıdır. Merhamet ile
adalet de öyle. Eğer biri çıkıp da, gerçeğin birilerini perişan edebileceğini söylerse,
bunun yanlış olduğu kanıtlanabilmelidir. Bir biçimde, toptan özgürlüğün toptan
eşitlikle bağdaşamayacağı gösterilebilirse, bu kanıtlamada bir yanlış anlama
olmalıdır vb. Bu, bütün o adamların paylaştığı bir inançtı. Hepsinden önemlisi
de, bu genel önermelere, doğa bilimcilerin onsekizinci yüzyılın büyük zaferini elde
etmekte yararlandıkları güvenilir yöntemlerle —yani doğa bilimlerinin
kendileriyle- erişilebileceğine inanıyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder