"Felsefi Söylem Nedir?" üzerine



Betül Çotuksöken

"Felsefi Söylem Nedir?" üzerine
Felsefe bir söylemdir; ama ne üzerine, ne çeşitten bir söylemdir? Felsefi söylemin ne türden bir söylem olduğunu dile getirmek, başka deyişle felsefi söylemin neliği üzerinde bir söylemde bulunmak, onun her şeyden önce neye ilişkin bir söylem olduğunu belirginleştirmektir. Felsefe varolana ilişkin bir söylemdir. Felsefe varolana "kendince" bakar ve bu bakışını da "kendince" dile getirir. Ama bu ona özgü bakış "kendince olan" ne demektir? Felsefe, insan anlığının konu edinme gücünün sınırsızlığı doğrultusunda bilinç alanına geçirilenlere nasıl bakar? Bilinç alanına geçirilende, konu edinilende felsefe bakışını "neye" yöneltir? Söylemini biçimsel olarak nasıl kurar felsefe? Kesin, sınırlan tam olarak belirli, artık başka türlüsü düşünülemeyen tek bir dile getirme biçimi var mıdır felsefenin? Bu soruları şu üç temel soruya indirgemek de olanaklıdır:

*Felsefe neyi konu edinir?

* Felsefe konu edindiğine nasıl bakar?

*Felsefe konu edindiğine bakışını nasıl dile getirir?
Bu soruların yanıtlarının kendilerine indirgendiği temel önermeler de şunlardır:

*Felsefe (insanın bilgi konusu haline getirdiği) herşeyi kendisine konu edinebilir. Bu aynı zamanda felsefe bilgi verir demektir. Bilgi vermek üzere -kendine özgü bir bilgidir bu- yöneldiği şeydeki -nesnedeki- neliği kendisine konu edinir.

* Felsefe konu edindiğine insan (bilinç) açısından bakar.

* İnsan açısından bakılan konular, çok çeşitli biçimlerde dile getirilebilirler: Mantıksal-çözümleyici yolla olduğu gibi, deneme biçiminde de, betimleyici bir yöntemle de dile getirilebilirler; başka deyişle felsefe, söylemini -biçimsel açıdan bakıldığında- tek bir biçime bağlı olarak kurmaz, oluşturmaz.
Felsefe herşeyi konu edinir kendine. Ama felsefe bu şeylerdeki neyi konu edinir? "Neyi" derken anlaşılması gereken nedir? Felsefe şeylerin, konu edindiklerinin neliği"ni, onların varoluşlarının olanağına ilişkin koşullan araştırır. Felsefe nesne düzeyindeki şeyleri o şey yapan ve dilde yerini bulan yönleri irdelemeye yöneliktir. felsefe varolana yöneliktir.

Varolanda filozofun incelediği, soru konusu yaptığı şey, o varolanı, o şeyi, o şey yapandır. Bu yaklaşıma karşı çıkanlar olabilir ve artık felsefede bu tür yaklaşımların çağının geçtiğini söyleyebilirler: bir şeyi o şey yapan "şey" diye bir şeyin olmadığını ve işte bu olmayanın araştırılmasının da mümkün olamayacağını ileri sürebilirler. Ama artık bir şeyi o şey yapan şey diye dile getirilen şey bir töz ya da bir öz değildir, bir doğa değildir; değişmezliği birtakım usavurmalarla temellendirilmeye çalışılan bir nelik değildir.

Bilindiği gibi felsefe öze ilişkin söylemlerle doludur. Bir şeyi o şey yapanın bir öz ya da bir töz olduğu, bunun birçok şeyde ortak olup olmadığı, kalıcılığının ne olduğu konusundaki farklı tutum ve görüşler filozofları birbirinden ayıran"noktalar olmuştur. Zamanla salt varolanın değil, ona yönelen anlığın da, düşünme ediminin de neliğine ilişkin, ne olduğuna ilişkin çalışmalar yapılmış ve felsefi söylem bunlar üzerine kurulmuştur. Hattâ bu çalışmalar, öteki çalışmaların (salt şeylerle ilgili felsefe çalışmalarının) olanağının gerekli koşulu olarak görülmüştür.

Dile gelenin, dile getirdiği şeyle tam bir uygunluk içinde olduğu genel görüşü (genellikle) benimsenen bir tutum olmuştur bu çerçevede. Hiç kuşkusuz farklı tutumları benimseyenler de olmuştur. Ama uzun vadede amaçlarını salt varolanı anlamakla, yorumlamakla bir tutmayan filozofların insan ve topluma yönelik tasarımları, onları varolan -düşünen- dile getiren arasında bir upuygunluğun olması gerektiği temel düşüncesine götürmüştür. İmlemini düşünmede ve hattâ gerçeklik dünyasında bulmayan bir söylemin etkisi ne derece güçlüdür? Amaçlanan yeni bir insan, yeni bir toplumsa, felsefi söylem asıl bunu dile getirmekle yükümlüyse, o halde bu üç yön arasındaki upuygunluğun inandırıcı bir biçimde ortaya konması gerekir. Zaman içerisinde söylemsel yön, başka tür söylemlerden destek almışsa da, bu temel bakış büyük ölçüde değişmemiştir. Zaman zaman büyük kuşkular belirmiştir; sarsıcı, bir bakıma zihin açıcı, uyarıcı görüşler öne sürülmüş ve aşırılıkla dile getirilmiştir. Ama bu inancın sarsılması tam olarak başarılmış değildir.

Dilin, dilsel anlatımın doğrudan şeylerin değil, şeyler hakkındaki düşüncelerin yerine durduğunu, yerine geçtiğini, onları temsil ettiğini bilinçli bir biçimde benimsemek için birçok yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Ama dediğim gibi, kırıntılar halinde de olsa bu biçimde kimi görüşler zaman zaman belirmiştir; hattâ "resmî görüşleri" bunlar zedelemiş, güçsüz düşürmüştür belli bir süreç içinde. (Felsefeye, felsefenin kendisine eğer bir gelişme nitelemesi verilecek olursa, bu nitelemenin benzerlik değil de benzemezlik kategorisi çerçevesinde işgörenlerin görüşlerine uygun düşeceğini de bu arada söylemekte yarar vardır. Bu da felsefenin -büyük ölçüde- bir şeyi o şey yapan şeyi, o şeyin ayrımında ya da ayrımlarında, özgül ayrımlarında görmesindedir. Felsefe, olup bitene, varolana o varolanın kendine özgü koşullan içinde bakmaktır.)

Felsefede, özellikle bilginin neliğine ilişkin olarak yapılan çözümlemelerde, giderek anlığın ye dilin payı artmıştır. Bilgi tasarımının ve giderek de evren, varlık, anlık, hakikat tasarımlarının değişmesi felsefenin neliğine ilişkin farklı bakış açılarının da doğmasına yol açmıştır. Ama daha dikkatli gözlerle geçmiş zaman dilimlerindeki felsefeye bakanların, kendi görüşleri doğrultusunda zengin kaynaklar bulabildikleri, buldukları söylenebilir. Bu bağlamda denebilir ki ta başlangıçlardan beri tüm filozoflar dile, söylemin kendisine asıl büyük ağırlığı vermişlerdir; onların asıl üzerinde durdukları dildir denebilir. Bir şeyi o şey yapan şeye töz ya da öz derken bunu dilin olanakları içinde, dile büründürerek ortaya koymuyorlar mı; dilde somutlaştırmıyorlar mı? Aristoteles "in Organon"unda, Metafizik"inde; Thomas Aquinas’ın “De eme et essentia"sında, Summa Theologica"sında asıl üzerinde durulan dil değil mi? Bilginin tanımlarda somutlaştırılması, maddesel ilkenin, tözü oluşturan maddenin bilgi ilkesi olamazlığı yolunda yapılan temellendirmeler, giderek varlığı (maddesel yönü) bilgi tasarımındaki tahtından indirmeye başlamıştır. Bilgileri önermelere, önerme türündeki yapılara.indirgeme; artık anlığın dışında olmadığı giderek apaçıklık kazanan mantıksal ilkeler, yapılar doğrultusunda varlığa bakma ve bu yönde varolanı değerlendirme çabalarına girişme, filozofların yeni gündemini oluşturmuştur.

Bir şeyi o şey yapan şeyin ne olduğunu anlamaya ilişkin çabalar, ilkin varhksal düzlemdeyken giderek düşünsel ve artık dilsel plana kaymış görünmektedir. "Şeye göre" düşünme ama "sözü de" hesaba katarak düşünme biçimidir bu. Dile, dilin, sözün, sözcüğün, terimin, anlamına ilişkin düşünme tam olarak Ortaçağda belirginlik kazanmaya başlamış ve bir şeyi o şey yapan şeyin neliği varlıktan, varolanların alanından; imlemini varolan alanında bulmaktan düşünmede, dilde bulmaya doğru bir gidiş içinde kendini göstermiştir. Boetius, Abelardus, William Oçkham bu yol alışta ilk akla gelen adlardır. Bir şeyi o şey yapan şey artık anlamsal düzlemde aranmalıdır, işte felsefe anlamlarla uğraşan, neliği anlamsal boyutta bulan bir bilgi dalıdır. Böyle bir anlayışta, sadece şeyin taşıdığı düz anlamlılığın, tekanlamlılığın ötesine geçmek gerekir. Böyle bir anlayışta, varlıksal düzlemdeki benzerliklerden çok, ayrımlara "öyle olmayana" yervermek gerekir.

Felsefe, şeylerden yola çıkar, başka bir deyişle şeylere başvurur ama kesinlikle orada kalmaz; o şeyi o şey yapan şeyin (varlıksal değil artık bu) ne olduğunu, neliğini anlam boyutunda ortaya koyar; onları anlamlı kılar; olup bitenin can damarını yakalamaya çalışır, bu öyle bir can damarıdır ki o olmadan o şey de artık (varlıksal boyutta) olamaz. Anlam doğrudan doğruya şeyde, nesnede temellenebileceği gibi, tamamiyle dilsel yapıda da temellenebilir -insanlar arasındaki iletişim olanağını sağlayan budur. Bu da insanın dünyasıdır: kültürdür, insanların yaşamını temelden etkileyen anlamsal yapıların her zaman şeyin, nesnenin düz anlamına gönderimde bulunması diye bir durum söz konusu değildir. Şeyler kavramlaştırılabilir ama kavramlar mutlaka şeyler haline getirilmelidir türünden bir yaklaşım, bir akılyürütme burada sözkonusu değildir. Anlamın gerçeklik dünyasında (içinde yaşadığımız, devindiğimiz, eylediğimiz, sevdiğimiz, kızdığımız, tiksindiğimiz, kimi şeyleri özlediğimiz dünya) doğrudan hiç bir imlemi olmayabilir, işle bu nedenle felsefenin söylemi biçimsel olarak bir çokluğa sahiptir; çok çeşitli biçimlerde söyleme olanağı vardır felsefede. (Bu bağlamda felsefe eğer bilimlerle ortak olan bir söylem üretmek gibi bir duruma girerse, bu da ancak çokanlamlılığa asıl yerini veren kültür bilimleriyle -dilbilim-budunbilim-insanbilim vb. gibi- olabilir. İnsan gerçeğine en uygun olan bu gibi görünüyor.)

Anlamsal düzeyde bir şeyi o şey yapan şeyi araştırır felsefe. Dolayısıyla anlamın ne olduğuna ilişkin soru felsefe sorusu olup çıkar. Nermi Uygur’un “Felsefenin Çağrısı" nda dediği gibi, felsefe soruları "anlamı nedir?" sorusuna eşdeğerdedir: "...anlamı nedir?"deki anlam kavramların anlamıdır. Anlamın ortamı dildir, dildeki sözlerdir, söz düzenleridir. Dil ise, daha şu hergünkü konuşmalarımızdan açıkça belli olduğu gibi, dünyayı aşkın bir gerçeklik değildir. Yalnız, bundan, felsefe sorularının düpedüz dili araştırdığı sonucunu çıkarmamalıyız. Felsefe sorusu ne evren olarak evreni ne de dil olarak dili sorar. Kısaca söylemek gerekirse, felsefe sorusu, dünyaya-yönelmiş-olan-dilin anlamında derinleşmeyi başlatır denebilir!" (1)

Felsefe herşeyi kendine soru konusu yapar, yapabilir; başka deyişle her şey felsefenin sorusu olabilir yeterki belli koşullar yerine getirilmiş olsun. Bir şeyi o şey yapan şey anlamdır; neliğe ilişkin soru, anlamına ilişkin sorudan başka bir şey değildir. Felsefe bunun için "nedir?" diye sorar, "însan nedir?" sorusu da artık bu bağlamda "insani varlığın anlamı nedir?" sorusuna ve insanı asıl insan kılanın ne (neler) olduğunu (olduklarını) araştırmaya götürür filozofu. Bu yaklaşım onun önüne sonsuz olanaklar açar. Böylesi bir olanak zenginliği de dile getirilenlerin bir bölümüne diğerleri yanında büyük bir öncelik ve ayrıcalık sağlamaktan uzaktır. Artık tüm felsefi söylemler eşit ağırlıkta genel felsefi söylem içinde yerlerini alırlar; yeter ki bu söylemin kimi belli koşullarını yerine getirmiş olsunlar; "nede", "neye" bakacaklarını bilsinler ve kendileri olmaktan çıkmasınlar.

Artık insana yaklaşımda varoluşçu bakış açıları da varolma hakkım kazanır, belli bazı kavramlardan yola çıkan açıklamalar da örneğin kültür antropologlarının yaklaşımları da varolma hakkını kazanır. Çünkü insan, hiçbir tek görüşün sınırlarının içine hapsedilemeyecek denli çok yönlüdür. Bu bağlamda felsefe bu denli geniş bir oylumla, bakışla konusuna yaklaşınca; bu tür çok yönlülükler kendilerine yer edinmiş olabilirler artık. Öyleyse felsefe, "bir şeyi işte o şey yapan şeye" yönelir, onun "öyle oluşunun" koşullarının bilgisini araştırır. Çoğunlukla dilde varlığım bulan yapılara yönelir, o şeyi o şey yapan şeyi anlamaya çalışır.

Öyleyse felsefe nasıl kendisi olur? Sorunlarını nasıl ortaya koyar ki bu da onun varlığını sürdürebilmesinin koşulları olabilir? Onu o kılan nedir? Diğer bilgisel etkinliklerden ayrımı, farkı nedir? Jacques Leclercq La Philosophie Morale de Saint Thomas lapensee contemporainef2 adlı yapıtında klasik felsefe ve modern felsefe ayrımını yaparak, klasik felsefede sorunların kendinde kendi başına ortaya konduğunu, aranan çözümün de bu biçimde olduğunu söylüyor. Ona göre, klasik felsefede, bilen bir anlığa, anlığın kendisine hiç başvurulmaksızın işler görülür. Leclercq"e göre bu davranış günümüzde bilimlerin benimsediği davranıştır. Örneğin fizik ve kimyada hem sorular-hem de bu soruların çözümleri anlığın kendisinden bağımsız olarak ele alınır. Oysa Leclercq"e göre modern felsefede, felsefenin sorulan, sorunları kendinde, kendi başına olan sorular ve sorunlar değildir; bunlar insan içindir ya da insan sorunlarıdır doğrudan doğruya. Ancak burada düşüneni bir tehlike de beklemektedir: dünya ya da genel deyişle varolan.bilincin dışındadır; insan tek tek şeylerin, nesnelerin; kendi anlığının ürünü olmayan, kendi başına varolan şeylerin dünyasında yaşar; ancak sorunlarını bilinçli olabildiği, tasarlayabildiği oranda sorar. Dünya ile olan bağını insan (bilinç, anlık) sorularıyla kurar; öyleyse bu sorular kendi başına değildir, kendinde sorular değildir. Ama gerek bilinç (ki bilinç hep bir şeyin bilincidir), gerek nesneler kendi başına vardır: üstelik bilinç hep bir şeyin bilinci olma olanağı olarak vardır. Bilinç sorularıyla dünyaya yönelmiştir; işte bu soruların da öyle bir türü vardır ki bunlar da anlama yönelik sorulardır.

Phenomenologie de la perception adlı yapıtında fenomenolojiye (felsefeye) ilişkin tasarımını dile getirirken şunları diyen M.Merleau-Ponty "ye kulak verelim: "Fenomenoloji, özlerin incelenmesidir "ve ona göre" bütün sorunlar özlerin belirlenmesiyle ilgilidir; örneğin, algının özü, bilincin özü: Ama fenomenoloji; varlıktaki özleri de bir yere yerleştiren bir felsefedir; üstelik insanın anlaşılabilir olduğunu düşünmez sadece, onun "yapmacıklı" oluşundan da hareket eder. Bu, onları anlamak için, doğal tavrın kabullerini askıda bırakan bir felsefedir; fakat bu, kendisi için dünyanın her zaman refleksiyondan da önce başkasına aktarılamaz bir varlık olarak her zaman -"daha önce orada" olduğu bir felsefedir de; onun bütün çabası dünyaya felsefi bir statü vermek üzere onunla naif bir temasa girmektir. Bu "kesin bir bilim" olan felsefenin bir tutkusudur; fakat bu aynı zamanda "yaşantılar" dünyasının, zamanının, uzayının bir özetidir. Bu; bilgin kişinin, tarihçinin ya da toplumbilimcinin deneyimimizden çıkarsadığı açıklamaları ve onların ruhbilimsel oluşumunu hiç hesaba katmadan, deneyimimizin olduğu gibi doğrudan bir betimidir." (3)

Burada da belirtildiği gibi ve bir ölçüde katılmak da söz konusu olduğu gibi, varolan bizim her türlü düşünme biçimimizden önce vardır ve bir ölçüde de bizim düşüncelerimiz, bilinçli durumlarımız bu varolana bağlıdır ama dediğim gibi "bir ölçüde". Bu iki alan arasında adaequatus türünden bir ilişki söz konusu değildir. Bir ölçüde fenomenolojik yaklaşım ve ardından kavramsal-anlamsal ve özellikle dilsel olana ağırlık verecek biçimde davranma (varolan karşısında böyle bir tavır takınma) felsefeye en yakışanı gibi geliyor bana.

Sorunlar insan için var ve bu sorunlar onun bilgisinin koşullarından ya da bilgisel bakımdan içinde bulunduğu düzeyden kaynaklanıyor ve bu sorunlar onun (insanın) bilme gücüyle sıkı sıkıya ilişkilidir, insan anlığını bir tabula rasa olarak görmeyenlerin uslamlamaları büyük ölçüde yol açıcıdır düşünenler için. (Bilme olayının işleyişi artık büyük ölçüde ruhbilimi ve beyin fizyolojisini ilgilendiriyorsa da felsefi düzlemdeki ön belirleyiciler, araştırıcıların yol göstericisi durumundadır. Bu aynı zamanda felsefe-bilim ilişkisinde, herbirinin ağırlığını yerli yerine koymayı gerektiriyor, birini ötekine geri götürmeyi değil.)

Ne cogito"nun tutsağı olalım (C.Levi-Strauss"un Sartre"a yönelttiği eleştiride dile getirdiği gibi) ne de tam Strauss"ça düşünelim. Strauss şöyle diyor Tristes Tropiqües"te: "Felsefenin görevi varlığı kendi kendime göre değil, kendi kendine göre anlamaktır!"W Strauss"a şunu eklemek ya da onu şöyle değiştirmek olanaklı gibi görünüyor bana: "Varlığı kendi kendine göre anlamaya çalışarak kendi kendime göre anlarım"; ama bu anlama tam bir anlamaya hiçbir zaman dönüşemeyecektir; düşünen biri olarak ben bunun bilincindeyim.

Nesneler dünyası bütünüyle, bizim her türlü tasarımımızdan önce vardır. Anlık, bilinç bu tek tek şeylere, durumlara, olaylara yönelmektedir. Ancak anlığın yapısına göre dünyadan edinilecek olan tasarımlar birbirinden çok farklı olacaktır. Nesneler, olaylar, durumlar hepimizin gözü önünde; olup bitenler hepimizin gözü önünde olup bitiyor ama hepimizin tasarımı (belki de bilgisi) hiç de ortak değil; anlık nesnelerimiz, yorumlamalarımız pek de aynı değil. Çünkü anlığımızla, farklı farklı bakış açılarıyla yöneliyoruz olup bitene. Felsefe de varolana, varolanın koşullarım gözönünde bulundurarak, o koşullan anlamaya, anlamlandırmaya çalışarak bakar; onları insan (anlık) açısından yorumlar, anlar, anlamaya çalışır. Varolanı her yönüyle bize veren araçlardan yoksunuz. Felsefede, felsefi bakışta, herhangi bir şeye felsefeyle bakmakta anlığın olanakları daha da genişleyebilir; çünkü felsefe salt nedensel açıklamalarla yetinmez. Felsefede; yöntem, anlama çabalan çokluğu, çeşitliliği söz konusudur. Felsefe de varolanı kavrama yollarından biri sadece; ama felsefe salt bu ya da şu yöntemle iş görmelidir türünden yaklaşımlara kapalı olduğundan (asıl felsefe), bu durum onun önünde sonsuz olanaklar açabilir, açıyor da. Çok yönlü, karmaşık varolana ve onun dile geldiği ortamlara ancak çok yönlü felsefeyle bakılabilir, bakılmalıdır da. Varolanın zengin anlam yükünü, bu zenginliği kuşatıcı bir biçimde felsefe kavrayabilir. (Bu kavrama-doğudan doğruya kavrama- etkinliğini bilimler de üstlenebilir, hattâ, "haddini bilmez" bir biçimde üstlenmektedir.) insanın bakışlarının önüne serilmiş olan dünya hiç de yalın değildir; işte bu yalın olmayışı tanıyabilme olanağını da insana açan felsefedir.

Felsefe ile yaşamı kucaklamaya çalışmak gerekir ve bu kucaklayışta salt nedensel çözümlemelerin, açıklamaların yeri vardır denilemez; bu, herşeyi doğa bilimleriyle açıklamak, her türlü söylemi bilimsel söyleme geri götürmek olur. Oysa insan dünyası (dünya varolan insanla anlam kazandığına göre) tek tek bilimlere sığamayacak kadar çok yönlüdür, karmaşıktır, îşte bu noktada da felsefe bizim önümüze yeni yeni yollar açar, tıpkı bilimin de, sanatın da açtığı gibi (ama aynı yollar değildir bunlar hiçbir zaman). Felsefenin doğa bilimlerini öykünme-ye, onlar gibi olmaya çalışmaya gereksinimi yoktur. Felsefe her türlü malzemeyi, hattâ salt göstergeleri, imleri kullanarak da varolanı insan için anlamlı kılabilir.

Bir zamanlar filozoflar "gerçek din gerçek felsefe, gerçek felsefe gerçek din" diyorlardı. Sanki çağımızda da şöyle deniyor gibi geliyor bana: "Gerçek bilim gerçek felsefe, gerçek felsefe gerçek bilim", îşte bütün bu indirgeme çabalarından ne adına olursa olsun kaçınmak gerekir.

Sonsuz söylem biçimi vardır felsefenin. Filozof uslamlamalarını düz yazı biçiminde ortaya koyabileceği gibi, karşılıklı konuşma (diyalog) biçiminde, kısa kısa özdeyiş türünde de sergileyebilir. Kimi şiirsel anlatımlar felsefenin ta kendisi olabilir. Roman, oyun kimi zaman ama, özellikle deneme çoğun felsefenin asıl söylemi olup çıkar.Diyalog belki felsefi söylemin en yaygın olanıdır ve çok rahatmış gibi görünmesine karşın, genellikle bu dile getirişlerde mantıksal-çözümleyici nitelikli bir felsefe tutumunun varolduğu kolaylıkla görülebilir. Platon diyaloglarında olduğu gibi, Anselmus"un De Veritate"sinde, Abelardus"un Filozof, Yahudi ve Hıristiyan Arasında Diyalog"unda. olduğu gibi.

Felsefe günümüzde kendini bilime, bilimsel söyleme karşı korumak gereğini duyuyor. Tıpkı Ortaçağlarda dinsel söyleme; Antikçağda da yazınsal söyleme karşı korumak gereğini duyduğu gibi. H.LMarrou"nun dediği gibi, retorikle, şiirsel söylemle arasında hep bir savaş sürüp gitmiştir felsefenin. Kimi zaman felsefe, kimi zaman edebiyat galip çıkmıştır bu savaştan. Filozoflar tasarımlannı, düşüncelerini yazınsal dile de dökmüşlerdir. Augustinus bunun bir örneği değil midir? Bu bağlamda filozofun bir özgürlüğü, söyleme özgürlüğü vardır denilebilir.özellikle denemeler felsefeden başka bir şey değildir bu açıdan bakıldığında. Çoğun "Üzerine" ilgeçiyie başlayan denemeler felsefenin ta kendisi gibi geliyor bana. Nerede "Üzerine" deyişi varsa, orada o şeyin neliğine ilişkin bir açıklama vardır. Tüm denemeler bu bağlamda felsefi söylemin kendisidir. Denemenin söylemi felsefi söylemdir. Deneme yazarı; ele aldığı şeyi, durumu, konuyu ne olduğu, neliği onu o yapan şey açısından irdeler, o şeyin neliği üzerine düşündüklerini (elden geldiğince) her yönüyle vermeye çalışır, onu o yapan şeyi, şeyleri onaya koymaya çalışır."(...) denemecilerin yeri felsefedir"**) diyenlerdenim ben "(...) filozoftur öyleyse denemeciler"(6) diyorum ben de.

Denemecinin söylemi ile felsefecinin söylemi birçok noktada örtüşür; hattâ aynı nitelikte ortaya koyar kendini. Konuyu daha kapsamlı bir biçimde anlamaya çalışanlara Güneşle"nin "denemeci"nin (ss.9-25) neliğini araştıran Denemeci denemesini (felsefi söylemini) salık veririm.Birçok filozofun neliğini araştırdığı şeyi anlatmaya sıra geldiğinde "...Üzerine" başlığını verdiğini görürüz yazısına; işte bu da denemeden başka bir şey değildir.Felsefeyi ve söylemini başka bilgi dallarına ve söylemlerine götürme (indirgeme) isteklerine artık son vermelidir "gerçekten" felsefe ile uğraşanlar; o zaman ne denli özgür olduklarını da görecek ve herşeye felsefeyle bakmanın ayrıcalığım ve yaşamı nasıl da zenginleştirdiğini (ya da yaşamın zenginliğini) görebileceklerdir.
NOTLAR:
(1) Nermi Uygur, Felsefenin Çağrısı, Remzi Kitabevi 3.bs. ist., 1984, s.29.
(2) J.Leclerq, La Philosophie Morale de Saint Thomas devanı la Pensee de Contemporaine, Louvain-Paris, 1955.
(3) M.Merleau-Ponty, Phenomenologie de la perception, Gallimard, 1945, s.l
(4) Tahsin Yücel, "Claude Levi-Strauss ve Yaban Düşünce" (Yaban Düşünce Çevirisinde) Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, s.12.
(5) Nermi Uygur, Güneşle, "Kitap" Yayınlan, 1969, s.10.
(6) Agy., s.10.



Felsefe Tartışmaları 6.Kitap / Panorama -İstanbul - 08/1989

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder