Deleuze Düşüncesine Giriş Nereden Olabilir?


Deleuze Düşüncesine Giriş Nereden Olabilir?
Günümüzün ünlü filozofu Gilles Deleuze’ün düşüncesine nereden girilebilir? Onun ve Felix Guattari’nin sundukları gibi, “Kafka’nın eserine hangi kapıdan girmeli?” sorusu bizim de Gilles Deleuze için sorabileceğimiz bir sorudur. Hangi kapıdan girmeli?

Bir esere en kapalı olanından mı girmeli, yoksa daha anlaşılabilir olanından mı? Bu da sorulabilecek sorulardan birisi gibi görünebilir. “Nereden başlamalı?” sorusunu beraberinde getirmez mi bu soru? Bu bir soru olarak başlangıç sorusu olacaktır. Ancak; Deleuze için başlangıçlar ve sonlar değil, arada olma halleri vardır. İki potansiyel arasından çıkan şimşek budur. Bu bir giriş olabilir, ama başlangıç değil. Ne başlangıç, ne de erek veya telos. Bir neticeye bir amaca ulaşmak değil. Başlamak veya gitmek bir şeyin sonuna doğru, soru olamaz. Sorulara girip ilerlemek değil, “sorulardan çıkmak lazımdır”. Sorulara girilmeden çıkılmalı. Ama bütün bunlara rağmen de girilebilecek bir kapıyı bulmak lazım. Kapı ne kadar kapalı olursa olsun, bir anda, bir şekilde, nasıl açılacaksa, bir anda aralanmaya başlar ve arasından girmeye başlarız. Bu bir umut değildir. Sadece bir yol olarak bırakılacak bir giriş olacaktır. Mümkün olan girişler arasında bir giriş yapmak için aralık olabilecek olan kapıyı bulmak lazım gibi görünüyor. Aralığın içinden, aralıktan girilmekle Deleuze’ün ve Guattari’nin, Kafka’nın bir kapısından başlayan eserlerinin bize açtığı olağanüstü bir kapı var. O da minörlük kapısı. Deleuze ve Guattari bize minör bir politikayı düşünmenin imkânını verdiler. Minör-oluş, Azınlık-oluş, Kadın-oluş. O halde, bir kapı aralandı. O da minör-oluş kapısı.

Ama minörün ne olduğuna bakmamız için öncelikle, belki de, oluşun ne olduğunun üzerine eğilmeliyiz. Oluş tam da olmak demek değildir. Bir şey gibi olmak, insan gibi, kadın gibi, heteroseksüel erkek gibi vs. olmak demek değildir. Taklit etmek demek değildir. Gibi yapmak demek değildir. Bir modele uymak demek değildir. Bütün gibi yapmaların bir modeli olduğunu düşündüğümüzde oluş modelin dışına çıkmaktır. Yani ontolojikleşemeyen bir harekettir. Bu geçmişte olana bakmak ve model almak değildir, daha çok hâlâ olmamış üzerine doğru eğilmektir. Atinalı yerli gibi, ilk ticareti yapan o olmamasına rağmen ticaret yapan despotun modelini örnek almayandır.

Felix Guattari ve Gilles Deleuze’ün “Felsefe Nedir?” (1991) kitaplarında yazdıkları gibi, despotun çok yakınındaki komşusu olup ondan çok uzaklarda olandır. “Hâlâ” Lacan’cı bir sorunsaldır (onun Hâlâ adlı kitabı), buradaki “hâlâ” ise Lacan’cı arzu değildir; daha olmamış olandır; etik bir modele veya adalet modeline veya gerçek modeline bağlı kalmaz. Felsefe, bu anlamda, Yunanlıdır, ama felsefeciler yabancılardır. Felsefe eski Yunan’da bulunmuştur, ama filozoflar felsefeyi icat edememiş olan yabancılardır. Bu tıpkı Türkiye’nin kendi modernliğinden itibaren, sadece Avrupa’yı değil, batı modernliğini model olarak kopya çekerek alması gibidir. Burada söz konusu olan model yeni Platon’cu bir devrimin bakışına sahiptir. Yani gerçekleştirilmiş, önümüzde şimdiki zamanda duran bir model değil, daha çok bu mevcudiyetin bir fikri gibidir. Bu İdea, heterojenleştirilmiş bir soyut makinedir. Türkiye için Batı modeli dönemin durumunun somut bir model değil, ama sadece
20. yüzyılın başındaki modernist Türk entelektüelinin kafasında olması gereken bir modeldir. Bu asla tam olarak tanımlanmış, ampirik bir model değildir. Kendi uygulama  sahasındaki aşkınsal bir model olmaktan çok, aşkın olan bir modeldir.

O halde, bu, körü körüne ilerlemektir. Eskiye, olana bakmak değil, olmayana doğru yönelmek demektir. Bir etik, bir adalet veya bir hakikat modeline yaslanmaksızın ileriye doğru girmektir, ilerlemektir. Geçmişin ağırlığını, hissiyatını terk etmek, hafiflemekle alakalı bir şeydir oluş. Ailenin hatıralarına doğru giderek, geçen zamanın peşinden koşmak ve hatırlamak değil, blok-halinde-bellek ile ilerlemek demektir. Her şey bir aktüelleşmeyi beklemektedir. Aktüelleşmeler, Nietzsche’nin ebedi dönüş düşüncesinde olduğu gibi, geçmişten gelen ağırlıkları, suçlulukları, anıları beraberinde taşıyıp geriye dönerek psikanalizde yapıldığı gibi hatırlamak veya bilinçdışından çıkarmak demek değildir. Tersine blok belleği güncelleştirmek ve ileriye doğru yapılan hareketteki geçişi bulmak demektir. Bu geçiş ise şimdiki zamanın içinde hem geçmişin hem de geleceğin potansiyellerini aktüelleştirmek demektir. Anne-baba-çocuk üçgeninin, çekirdek aile modelinin içindeki sevgiyi geçmişte saklamak, anılara doğru dönmek değil, onları yeniden güncelleştirmek demek, şimdiki zamana taşımak anlamına gelecektir. Bu da sanatsal bir yaratı sürecinde kendisini ortaya çıkaracaktır. Potansiyeller yaratılmayı beklemektedir, yani aktüelleşmeyi beklemektedir. Buradan anlayacağımız şu olacaktır: Psikanalizin veya bilinçdışının bize gösterdiği gibi algı-bilinç ile ilerleyen anlamın içindeki zıtlıklardan yola çıkmak yerine, bir anlamda fabrika gibi işleyen bilinçdışını anlamsız olana doğru yöneltmektir. Bu yöneltmek kendiliğinden bir hareket olacağından yöneltmenin bir öznesi değil hareketi olacaktır sadece. Geçmişi hatırlayan bir özne değil, hareketi ileriye doğru taşıyan bir enerjidir burada anlaşılması gereken. Enerjetik bir hareketle birlikte ilerleyen ve oluşa giren bedenin içindeki potansiyellerin açılması ve de güncelleşmeye başlaması bu tip bir yaratı sürecinde olacaktır. Bilinçdışının içindeki anlamsızlıklar ve ilişkisizlikler önemli zıtlıklar değil. Psikanalizin kastrasyon dediği şey gibi, bir eksikliğin doldurulması olmamalı bu yaratıcılık süreci. Eksikliğin hissedilmemesidir. Bu yaratının kendisinin hareketinin eksiklik üzerine değil, potansiyellerin veya virtüellerin aktüelleşmesiyle ilgili bir eylemde harekete sokulmasıdır. Eksik olanın bilinçdışına eklediği bir bilinç ile değil, bilinçdışının geçmişe dönük olmadan bir fabrikanın üretiminde olduğu gibi üretime girmesi demektir bu hareket. Michael Hardt’a göre, bu arada Deleuze ve Guattari, üretim ve ifade arasında bir ayrım yapmaktalar.
Anti-Oidipus adlı kitaplarında (1972), Deleuze ve Guattari’ye göre, ifade eksikleşirken, gerçeği deforme edip bozarken, üretim tam da fabrika gibi içkinleşmektedir. İfade aşkınlığa doğru düşünceyi taşırken arzulanan üretim içkinleştirmektedir düşünceyi. Bu nedenlede, edebiyat veya sanatlar içkinlikle ve de içkinliğe ait olarak üretimle işlerler. Burada önemli gibi duran, üslubun üslup olmaktan çıkarak bir çeşit üretim haline gelmesidir. İyi edebiyat veya iyi sanat “gramer kurallarına dahil olmayarak” yazılandır (agrammaticalité), gösterene bağımlı olmayandır (asignifiant). Çünkü buraya eksiği sokmak imkânı yoktur, gramer kurallarının eksikliği dil polisi tarafından eksik bulunarak anlamlandırılmak istenmekte ve de bu şekilde sanatları gösterenin egemenliğine teslim edilmektedir; halbuki gösterene teslim olmayan edebiyat yazarı kendi üslubunun üslupsuzluğunu ortaya koyan, yeni ve klişe dışı bir dil yaratan kimsedir. Bu dil, artık, gösterenin egemenliğinde işleyen aşkın bir dile hizmet ederek, aşkın dilin modeline dayanmak zorunda kalmamaktadır. O halde, ifade değil sorun, tersine, üretime sokmaktır dili. Dilin gücü, bu üretimin arzulanan makinelerinden gelmektedir. Burada dilin neyi ifade ettiğinden çok nasıl arzuladığını ve arzulandığını göstermektir, içkinlik planı içine sokarak aşkınlığın egemenliğinden, söz diziminin egemenliğinden dili kurtarıp, minörleştirmektir.

Minör, bir dilden bir aşkın çoğunluk yapmaktan çok, çoğunluk dilini içinden mayınlamaktır. Sanat çoğunluk diline ve klişelere mayın döşemekle içkinleşir. Gösterenin hizmetinden kurtulup, serbestleşerek, bağımsızlaşır. Kendi yolunu bulmak üzere yersizyurdsuzlaşır; kendi içkinlik planı üzerindeki kaçış çizgilerini ve akımların akışkanlığını bulur. Buradaki üretim marksist anlamdaki sosyal ve ekonomik koşulların üretimi değil, arzunun üretimidir. Sanat yapmak, okulda öğretilen dilin modeline yaslanarak, ondaki anlamı gösterene bağlamak değildir; tersine, sanattan bir üretim makinesi meydana getirmektir. Başka bir şekilde söylersek, arzunun kendisi devrimciliğin içkinleştirilmesidir; arzunun yaratacağı bir aşkın devrim projesi değil, tam da arzunun kendisinin içkinliğinin devrimciliği söz konusudur. Bu nedenle, her sanat devrimci olmak zorundadır, ne zaman ki yaratıya doğru gitmektedir, o zaman devrimciliğinin içkinliğini göstermektedir. O nedenle, “üslupsuzluğun üslubu” denilen şey devrimcidir. Yaratıcıdır: Proust’tan alıntılandığı gibi, “En güzel kitaplar başka bir dildeymişçesine yazılanlardır”.

Deleuze ve Guattari’nin “Felsefe Nedir?” adlı kitaplarında söyledikleri gibi bir içkinlik planında kaotik olanın içinden geçmekle yapılacak bir hareket oluşa sokacaktır bedenlerimizi ve düşüncelerimizi. Bilincin organize ettiği ve merkezileştirerek öğelerini harekete ve de özellikle merkezi bir harekete soktuğu bir bilinç-algı değil burada söz konusu olan; tersine, merkezileşmeyecek bir Organsız Beden yaratmaktır, oluş. İkinci ve üçüncü ve dördüncü kavramlarımızı art arda sıraladık: Organsız Beden, düzenleme, içkinlik planı; çünkü her biri yeni ve diğeriyle ilgili bir kavram. İçkinlik planının düzeninde heterojenleşen ama bir şekilde de kaotik olandan ayrılarak birleşmeden düzenlenen bir düzenlemeden bahsediyor Deleuze ve Guattari. Oluş öyle bir hareket ki, sadece bir kişiyle alakalı olmakla kalmayan bir şey; birisinin başka birine olan ilişkisinde oluşa girmek mümkün; yani biri değişirken diğerini de oluşa sokan bir hareket. Kolektif bir hareket bu, oluş. Bireyleşme sürecinde ortaya çıkacak olan bir hareket, oluş. O halde, birinin bir model olarak durduğu sırada, diğerinin ona benzemesini, onu taklit etmesini amaçlayan bir hareket değil oluş; ne bir taklit ne de bir asimilasyon mümkün oluş içinde. İkili bir kapma hareketi var. Biri bir şeye dönüşürken baktığını değiştirmekten geçen enerjik bir harekete oluş diyebiliriz.

Oluş, birine benzemek değil, benzemeyi mümkün olmaktan çıkaran harekettir (bu nedenle, portre resmi, bir kimsenin portresi çekilirken fotoğrafın gördüğünün fotoğrafa çıkaramadığını verendir). Bir başka şekilde söylersek, Gabriel Tarde’ın imitasyon üzerine kurulu olan toplumsallığının içindeki yaratıyı veya buluşu oluşturan ortak-üretim kavramına benzer bir giriş içinde oluş olabilecektir. Geçmişin mutluluğunu veya acısını taşıyarak değil, geçmişi şimdiki zamana taşıyarak, aktüelleştirerek geçmişi de değiştirmekten geçen bir hareketin kendisi oluşa girmek. Ne geçmişin sabitliğinde onu hatırlamak ne de unutmak bu geçmişi, tersine, belleğin içinde geçmişi güncelleştirirken, geçmişi de oluşa sokmak, geçmişi dönüştürürken, onu da oluş içinde, oluş hareketinin içinde değiştirmek, bizim şimdiki zamanla olan ilişkimizi değiştirmek demek olacaktır. Deleuze’ün, Claire Parnet ile yaptığı Diyaloglar’da (1979) söylediği gibi, “ikili kapma, paralel olmayan bir evrime girmek, iki hâkimiyet arasındaki zifaf gecesi” demektir. Oluş, o halde, arzunun veya arzulanan makinelerin (yine yeni kavramlar soktuk buraya) arzulanması ve arzulamasıdır. Arzulayanın bir “düzenleme” içinde arzulanmasıdır oluş. Arzulamak oluş içindeki hareketlerde olmaktır. O halde; arzu ile ilişkilendirirsek, arzulamak genel bir oluşa girmek demek değildir. Genellikler oluşla ilişkili olamaz. Oluş, yukarıda söz ettiğimiz gibi, bilinçdışının rüyalarla işleyen sürecinde oluşan bir şey değil, tersine “dayanıklılık planında” gerçeğe ait bir hareket yapmak demektir. Konstrüktivizmdir. Bu, bir hayalgücü veya bir rüya değil, gerçeğin kendisidir oluş. Oluş bir blokta en az iki heterojen öğenin birbirlerini karşılıklı bir şekilde oluştururken, aynı zamanda birbirlerini de yersizyurdsuzlaştırması (bir kavram daha) demektir. Bu, kendisini başka bir şey haline koyması (imitasyon veya taklit değil) anlamına gelmeyen bir değişme sürecidir, yersizyurdsuzlaşmadır. Kendisini bir kaçış çizgisinde çekerek yersizyurdsuzlaştırmaktır, dönüştürmektir, değiştirmektir, ama kendisini saklayarak yapılan bir eylemin adıdır. Artık hiçbir şey bir saniye evvel olduğu şekilde olmayacak, ama yine de o kişilik duracaktır. Her şeyin değiştiği tüm ilişkiler, ama yine de eskisinin aynısı olmayan kendisi kişinin. Biri diğeri değişmeden onunla bir oluş ilişkisine giremez; ancak biri diğerinin değişikliğini gördüğü anda kendi değişimini de görecektir, yoksa bir imitasyondan öteye geçemezdi .

Bunlar bir planomen üzerinde karşı karşıya gelirler, Deleuze ve Guattari’de: Omnitudo ki, o içkinlik planıdır. Tamamen heterojen kişiler bir dayanıklılık veya içkinlik planında bulunan kavramsal kişilikler olarak anlaşılabilirler. O halde, felsefe, kavramlar yaratmak ve bir plan çizmek demektir; Deleuze ve Guattari “Felsefe Nedir?” adlı kitaplarında böyle yazarlar: “Kavramlar yükselen ve inen birçok dalga gibidir, ama içkinlik planı hepsini kavrayan ve yuvarlayan tek bir dalgadır (...) Plan kendisini kateden ve geri gelen sonsuz hareketleri sarar, ama kavramlar her seferinde kendi bileşkelerini kateden sonlu hareketlerin sonsuz hızlarıdırlar” (s. 38). Thierry Kuntzel’in eserinde, Deleuze ve Guattari’nin yazdıkları gibi, bir içkinlik planında yuvarlanıp duran kavramların hareketlerini görebiliriz. Bu, çok yüzlü tek bir planda yapılan yuvarlanan harekete benzeyen minör bir harekettir; her kavramsal hareket bir planda eklemlenendir. Bu, onun muhteşem videosunda görünen, hareketi karşılıklı yüz yüzeliğe girdiği kadar, dalgaları izleyenlerin ilişkilerinde de yapılan Thierry Kuntzel’in planındaki dalgalardır.

Deleuze ve Guattari’nin düşüncesine giriş tek bir giriş değildir, ama iki planda yapılandır: Kompozisyon planı ve estetik planı, ikisi de beraber işler. Ne yüzey ne hacim, bir taneden fazla olarak kabul edilen de planın işleyen sınırsız mutlaklığı, plan formel değildir; her zaman fraktaldir, soyut bir makinedir. Minör sadece bir majör dil olduğunda işlerliği olandır. O minör kavramının içkinlik planıdır. Bu, ikili tek olan heterojen kompozisyondan felsefi ve sanatsal düşünceye girmek, ne duygusal etkiler olan etkiden ve ne de entelektüel algılama olan algıdan bahsetmeksizin mümkün olur.

Etkisi sadece felsefi ve sanatsal olmakla kalmayan ama aynı zamanda da sinemasal olan bu dâhiyane düşünceyi andığımız zaman, İstanbul’da bunlardan bahsetmekteyiz. Felsefi düşünce oluştur ve bir felsefe tarihi değildir. Planların ortak varoluşudur, sistemlerin birbiri ardına gelmesi değil. Evrimsel değildir bu, ama nekahet dönemine aittir; burada bu, aynı yerde, daha önce işittiğimiz Uwe Flekner’in bize anlattığı Aby Warburg’un Bellek Atlas’ındaki şekildedir.

Ali Akay- “
Gilles Deleuze İçin” sergi yazılarından



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder