J.P SARTRE VE
A. CAMUS FELSEFELERİNİN ABSÜRD (SAÇMA)
KAVRAMI AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yrd. Doç. Dr. Emel KOÇ
Felsefe Dünyası, Sayı 27, 1998
“Absürd” ya da “saçma” kavramı farklı alanlarda sıklıkla kullanılmış olsa da,
kendisinden söz edildiğinde bize ilk planda varoluşçuluğu hatırlatır. Zira
varoluşçu filozofların her biri, absürd kavramından şu ya da bu biçimde sözetmişlerdir.
Hatta kavrama varoluşçuluğu karakterize eden bir rol bile yüklenmiştir. Paul
Foulquie’nin varoluşçuluk tanımı - varoluşçuluk “saçmalık felsefesidir’ - sözü
edilen duruma güzel bir örnek teşkil eder.
Genel olarak ele alındığında, varoluşçuların
gerek evren ve insan görüşlerinin temelinde gerekse bunların birbirleriyle olan
münasebetlerinin temelinde absürd kavramının olduğu görülür. Örneğin S. Kierkegaard (1813-1855) iman ile absürd olan arasında bağlantı kurmuştur. Saçma O’na göre,
“sonlu ile sonsuz arasındaki mesafedir.” Bu “saçma olduğu için inanıyorum”
anlamına gelir. Başka bir deyişle saçma Tanrı ‘ya götüren mânâdır.
Kierkegaard “Korku ve Titreme” adlı eserinde Hz.
İbrahim’i saçma kahraman olarak sunar. Çünkü İbrahim, oğlu İshak’ı Tanrı’nın
isteği üzerine, nedenini dahi bilmediği halde, Moria dağına kurban etmeye
götürmüş ancak son anda yine Tanrı’nın dileğiyle bu eylemini gerçekleştirememiştir.
Kierkegaard’a göre “.... insandaki en yüce
tutku imandır.... iman en yüce şeydir,” iman sayesinde hiçbir şeyden feragat
etmeyiz, tam tersine herşeye sahip oluruz. Tıpkı Hz. İbrahim gibi.
İbrahim Tanrı’ya öyle inanış güvenmiştir ki çekilen
acılar ve insani hesaplaşmalar anlamını çoktan yitirmiş, Tanrı’ya en iyiyi
kurban etmek tek amaç haline gelmiştir
Hz.İbrahim’in yaşamını bizim için değerli
kılan şey, Kierkegaard’a göre, O’nun Öyküsünün imanın ne müthiş bir paradoks
olduğunu göstermesidir.
İmanı Öyle bir paradokstur ki bir cinayeti
Tanrı’yı memnun kılan kutsal bir eyleme dönüştürebilir. Öyle bir paradokstur ki
İshak’ı İbrahim’e geri verebilir öyle bir paradokstur ki hiçbir düşünce onu alt
edemez. Çünkü imanın başladığı yer, düşünmenin terk edildiği yerdir.
Saçmalığın inayetiyle tüm varoluş
kavranabilir, her an sevinçli ve mutlu yaşanabilir.
Başka bir deyişle kılıcın her an sevgilinin
başı üzerinde sallandığını görerek teslimiyetin acısında dinginlik değil,
saçmalığın inayetinde sevinç bularak yaşanabilir - İşte muhteşem olan da
Kierkegaard’a göre bu’ dur.
Diğer taraftan K. Jaspers (1883-1969) ise altüst
olmuş bir dünyada yaşadığımızı ve dünyanın saçmalığının ve kavranamazlığının
doğrudan doğruya bize de sirayet ettiğini söylemiştir.
“Aşkınlığı gerçekleştirmekte güçsüz, deneyin
derinliklerine inmekte yetersiz, başarısızlıkla altüst olmuş bir evrenin
bilincine varmış bir durumdayız.
Ancak hiçliğin tek gerçek, umutsuzluğun
biricik tutum olarak göründüğü bu alt üst olmuş evrende birdenbire, Jaspers’in
ifadesiyle, hem Aşkın’ı, hem deneysel varlığı, hem de yaşamın insan üstü
anlamını bir çırpıda belirleyiveren şeyi keşfediyorum
Aslında başarısızlık, her türlü açıklamanın ve
olanak alanına girebilecek her türlü yorumlamanın ötesinde hiçliği değil de,
Aşkın Varlığı göstemiyor mu?
İşte bu soruyla birlikte her şey bir çırpıda
yerli yerine oturuveriyor. Umutsuzluklar umuda dönüşebiliyor.
Kierkegaard ve Jaspers gibi varoluşçular için
ne anlama geldiğini kısaca gördüğümüz absürd ya da saçma kavramı bu makalenin
konusu olan J.P.Sartre(1905- 1980 ve A. Camus (1913-1960)’nün düşüncesinde de önemli
bir role sahiptir. Camus her fırsatta varoluşçu olmadığını açıkça söylese de -
biz onun bir varoluşçu olup olmadığını tartışmayacağız -onun ele aldığı
problemlerin varoluşçu felsefeyi karakterize eden problemler olduğu ve absurd
kavramının onun düşüncesinin odak
noktasında bulunduğu, hatta fikirlerinin” absurd felsefe” başlığıyla anıldığı görülür.
Bizim için burada Önemli olan şey bu iki düşünürün
çok farklı başlangıç noktalarından - Sartre için Husserl’in fenomenolojisi,
Camus için intihar problemi - hareket etmiş olmalarına rağmen sonuçta kayda
değer bir biçimde benzerlik gösteren bir doktrine ulaşmış olmalarıdır.
Genel olarak alındığında Sartre felsefesinde
bilinen “Kendisi İçin -Kendisinde Varlık” sentezini elde etmeye çalışması,
başka bir deyişle insanın Tanrı olma ideali ve bu idealin geçekleşememesinin
getirdiği sıkıntılar ve gerilim, bize, Camus düşüncesindeki insan bilincinin
dünya ile karşılaşmasıyla ortaya çıkan, absürd’ün getirdiği sıkıntıları
anımsatmaktadır.
Sartre ve Camus’nün absürd
konusundaki düşünceleri ele alınıp incelenmeden önce absürd kavramının “akla açıkça karşı olan...mantık yasalarına
aykırı olan, sağduyıınun apaçık doğrularına ters düşen... anlamlarına geldiği belirtilmelidir.
Geniş anlamda felsefi bir terim
olarak absürd anlamı olmayan her şeydir. Bu anlamda dünya, insan absürd’dür. Bu
bakımdan ele alındığında absürd oluş bizzat varlığın kendisinden
kaynaklanmaktadır. Yani bu anlamda absürd’ün ontolojik bir dayanağı vardır. Dar
anlamda ise absürd dünyayı ben’e bağlayan ilişkidir.’
Absürd Sartre felsefesinde “Kendisinde
Varlık” ve “Kendisi İçin Varlık” olmak üzere
karşılaştığımız iki varlık tipinden Kendisinde Varlığın temel bir hususiyeti
olarak karşımıza çıkarken, Camus de ise insan bilinci ile dünya arasındaki bir
münasebet, bir yüzleşme olarak gündeme gelmektedir.
Sartre’a göre “Kendisinde Varlık”
saçma, donuk bir şeydir. O varlık ne ise o’dur.’ Kendi kendisiyle özdeştir.
Kendisi olınayanla hiçbir münasebeti olmayıp tam tamına kendi kendisiyle doludur.
“Kendisinde varlık olumsal’ bir varlıktır.
Kendisi İçin Varlık ise, insan bilinci olup Sartre tarafından “ne
ise o değil, ne değilse O’dur” biçiminde tanımlanır.
Hiç bir boşluğu olmayıp, kendi
kendisiyle dopdolu olan Kendisinde Varlık, bilincin “,..müdahalesi
olmaksızın... mutlak saçmalıktır”
Sartre felsefesinde Kendisinde
Varlığın “mutlak saçmalığı” mu “olumsallık” ve “fazladanlık” ile ilgili olduğu
görülür.
Kendisinde Varlık “olumsal”
bir varlıktır. Tesadüfen ve beklenmeden
ortaya çıkan anlamlarına gelen olumsallık kavramı filozof tarafından varlığın kendisinde herhangi bir varolma
prensibi taşımadığını göstermek
amacıyla kullanılmıştır.”
Tanrı tarafından yaratılmadığı
gibi, kendi kendisinin sebebi de olmayan, herhangi bir varolma prensibi de
bulunmayan, bir varlığı izah etme imkânımız yoktur. Bu sebepsiz varlık Sartre’a
göre SAÇMA’dır. Hiç bir dayanağı
olmadan varolduğu için o aynı zamanda “fazladan”
dır.
Fazladanlık düşüncesi “Bulantı”
romanının. kahramanı Roquentin tarafından şu şekilde dile getirilir: “Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan
bir sürü varlıklardık biz. Ne birimizin, ne öbürümüzün orada olmasına hiçbir
neden yoktu. Utanan, için için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla
görüyordu kendini. Fazla. Bu ağaçlar, bu parmaklıklar, bu çakıl taşları
arasında kurabildiğim tek ilişki buydu. Kestane ağaçlarının saymaya, Veleda’ya
göre onlara bir yer vermeye ..... boş yere çabalıyordum... Şu karşımda, az
soldaki kestane ağacı fazlaydı. Veleda fazlaydı (Bulantı‘ dan)
İşte Roquentin dünyanın bu saçma
ve fazladan varlığı karşısında yoğun bir bulantı veya tiksinti duygusuna
kapılır. Çünkü sebepsiz ve saçma varlığa karşı insanın ilk reaksiyonu bulantı
ya da tiksinti duygularıdır.
Buraya kadarki ifadelerden de
anlaşılacağı üzere Sartre felsefesinde saçma ilk planda doğrudan doğruya
kainatla ya da “Kendisinde Varlık”la ilgili olarak düşünülüp ontolojik bir
platformda ortaya konulmuştur.
Ancak
diğer varlık tipi, yani Kendisi İçin Varlık
açısından durum nedir? Başka bir deyişle bilinci açısından değerlendirildiğinde
bir Kendisi İçin Varlık, bedeni açısından değerlendirildiğinde bir Kendisinde
Varlık olan insanın saçma olanla bağlantısı nedir?
Roquentin bedeni itibariyle,
kendisinin de bu dünya içerisindeki nesnelerden biri - bir Kendisinde Varlık
-olduğunu fakeder farketmez kendi varlığını da sebepsiz ve lüzumuz görecektir.
“Ve ben -kafamda tatsız düşünceleri olgunlaştıran, evirip çeviren,
cansız. bitkin, edepsiz - ben de fazlaydım Bu fazla varlıklardan hiç olmazsa
birini yok edeyim diye kendimi yok etmeyi düşünüyordum için için. Fakat ölümüm bile fazladan olacaktı Sonsuzluğa dek
fazlaydım ben”
“Fazladan olma” nın tüm nesneler
arasında kurulabilecek tek münasebet olabileceğini ve kendisinin de fazladan
bir varlık olduğunu gören Roquentin bu suretle varoluşun ve bulantısının
anahtarını keşfeder.
Varoluşun bulantımın, kendi
yaşantımın anahtarını bulduğumu anlamaktayım. Nitekim, bütün sonradan
anladıklarım gelip bu temel saçmalığa dayanır. “Saçmalık kafamın içinde bir düşünce değil bir ses esintisi de değil
ayaklarımın dibindeki şu uzun ölü yılan, şu tahta yılan. Yılan ya da pençe ya
da kök ya da akbaba tırnakları.”
Yukarıdaki pasajdan da
anlaşılabileceği gibi, Roquentin açısından önemli olan şey varoluşun anahtarıyla
birlikte en az onun kadar önemli olan bir başka şeyin de farkedilmiş olmasıdır:
saçmalık kafasının içindeki bir düşünce değildir. Saçma ayaklarının dibindeki,
şu uzun yılan, ya da tahta yılan diyebileceği - aslında adı da o — önemli
olmayan, belki başka bir zaman karşısına başka bir şekilde çıkabilen - varlığın
ta kendisidir.
“Bir daire saçma değildir Fakat bir daire var, değildir de. Bu kök ise
tersine onu açıklayamayacağını ölçüde vardır. Bağımlı, kımıltısız acısız
haliyle beni büyülemektedir? Varoluşan şey, kaba ve adsız bir şeydir onu
birtakım bağlantılar içerisine soktuğumuzu ve yerleştirdiğimizi sanırız ama o
bu bağlantılardan sürekli kaçarak bize “bu bağlantıların keyfiliğini”
hissettirir.
Bu sürede hayatın boşluğu ve
sebepsizliğiyle yüzyüze gelen insan bir yandan varlığa açıklama getiremediğini
görürken, diğer yandan kendi sebepsizliğinin ve saçmalığının da farkına vararak
adeta alt-üst olur:
“.......Bulantıyı anlıyordum bendeydi o. Bakışlarımı bir bir kendime
sayıp dökmüyorum doğrusu. Fakat öyle sanıyorum ki, onları söz haline sokmak
şimdi kolay olacak benim için. Aslolan olumsallıktır. Demek istiyorum ki,
tanımlama bakımından varoluş, zorunluluk değildir. Varolmak ortada olmaktır
sadece ... olumsallık yalancı bir düzen, yokedilebilir bir görünüş değildir; .
(mutlak) kendisi dolayısıyla tam bir hasbiliktir. Her şey hasbidir, şu park, şu
kent ve kendim. İnsan bunu farketmeye görsün, midesini bulandırır bu, her şey
başlar dalgalanmaya. . .”
Hayatın beyhudeliği ve
sebepsizliği sizi çepeçevre kuşatır. Bu saçma ve iri varlığa karşı dayanılmaz bir öfke duyarsınız.
Çünkü o, o denli ortadadır ve
çırılçıplak bir dünyadır ki insan bütün bunlar nereden çıkıyor, nasıl oluyor da
ortada yokluk değil de bir dünya var? diye soramaz bile. Sonra dünya bütün
çıplaklığıyla “heryerde hazır nazırdır
. Bu uysal solucanın varolması için hiç
bir neden yoktur kuşkusuz, fakat onun varolmaması da mümkün değildir.”
Ondan önce hiçbir şey varolmadığı
gibi, onun varolmayacağı bir anda mevcut olmamıştır. İşte insanı öfkeye boğan
da budur.
Görüldüğü gibi bulantı, tiksinti
ve öfke duyguları olumsal bir dünya ile
karşılaşmamıza ve bu olasılığın maddi yönümüz itibariyle bizi de kuşağıttığına
bağlıdır.
O halde üzerinde yoğunlaşılması gereken
anahtar teriın”karşılaşma”
terimidir. Biz şu andan itibaren bu tümden hareket etmek suretiyle Sartre
felsefesinin fenomenolojik yönünü ele alıp “Kendisi İçin Varlık” in. saçma ile
ilgisi olup olmadığım - ya da “saçma” olanın yalnızca “Kendisinde Varlık”
olduğu yolundaki düşüncenin ne ölçüde doğru olduğunu - sorgulamaya çalışacağız.
Bilineceği üzere Sartre, bilinç
anlayışı itibariyle Husserl’den etkilenmiş ve “her bilincin bir şeyin bilinci”
olduğunu söylemiştir. Bu ifade bilincin kendi dışındaki bir varlığa doğru
sürekli yönelim halinde olması ve “olduğu şey olmaması, olmadığı şey olması”
anlamına gelir. Bilincin bu şekilde değerlendirilmesi onun Kendisinde Varlık
aksine, kendi içerisinde ele alınamaması, “kendi kendisiyle sürekli olarak
MESAFEli olması demektir. Böyle bir
tavır alış, bedeni ya da maddi yönü itibariyle varlığa adeta battığını, gark
olduğunu her insanın, bilinci yoluyla kendisi ve varlık arasına mesafe koyabilmesine,
başka bir deyişle, kendisini varlıktan ayırabilmesine ve kendisini Kendisinde
Varlık’ın uzağına yerleştirebilmesine imkan verebilmektedir.
İşte bu mesafe koyabilme, başka
bir deyişle bilincin nesnesine yönelim faaliyeti Sartre ve Husserl’in
“entansiyonalite” dediği şeydir.
Bulantı’nın kahramanı Roquentin’e
“... Kestane ağacının kökü idim ben. Daha
doğrusu, baştan aşağı onun varoluşunun bilinci idim. Ondan henüz ayrı - bunun
bilinci vardı bende çünkü - fakat yine de onunla haşır - neşir ondan başka şey
değil ... varoluş kendini uzakta düşündürten birşey değildir. Onun sizi
kaplaması üzerinizde durması lumıltısız koca bir yığın gibi yüreğinizin üstüne
ağır basması gerekir.” sözlerini söyleten de Sartre’ın entansiyonel bilinç
anlayıştır.
Bu anlayış gereği insan bir
yandan, kendisini, bedeniyle “Kendisinde Varlık”ın bir parçası olarak görür ve
kendisinin de varlığın saçmalığına iştirak ettiğini hisseder. Diğer yandan ise
bilinci yoluyla, varlıkla kendisi arasına bir mesafe koyar ve o “... varlıkla
temas” halinde olmasına rağmen, “o varlığa indirgenemeyen”, o saçma varlıktan
bilinci yoluyla kendisini ayıran bir varlık, bir Kendisi için Varlık olarak
karşımıza çıkar.
Burada önemli olan şey bilincin (bilincimin) yöneliminden önce
lüzumsuz bir varlık ve mutlak saçmalık olarak nitelendirilen “Kendisinde
Varlık”ın bilincimin yönelimiyle mutlak saçmalık olmaktan kurtulup, bir anlam
kazanarak, “bilinç için varlık”, “benim için varlık” sadece ve sadece bir
bilinç olduğu nisbette bilinç için bir şey haline gelmesidir.
Ancak insanın bir yönüyle bilinçli
bir varlık — “Kendisi İçin Varlık” olması bile, maddi yönü itibariyle sebepsiz
ve saçma bir varlık olmasının getirdiği tedirginlik ve fazladanlık hislerini
ortadan kaldırmaya yetmez.
Camus’ye gelince, saçma, bir “karşılaştırmadan”
doğar. Saçma duygusunun, bir olay ya da bir izlenimin basit bir incelemesinden
doğmadığı, bir durumla belirli bir gerçek arasındaki bir eylem ile onu aşan dünya
arasındaki bir karşılaştırmadan doğduğu söylenebilir.
Absürd insanın çağrısıyla dünyanın akla uymaz susuşu arasındaki karşılaştırmadan
doğar.” Absürd bir karşılaştırma, bir yüzleşme olarak değerlendirildiği
için “karşılaştırılan öğelerin ne
birinde, ne de öbüründedir ... onun insanda da ... dünyada da olmadığı ...
ortak varlıklarında bulunduğu ... (hatta) ... onları birleştiren tek bağ.. .“°
olduğu söylenebilir. O halde absürd, insan ile dünyanın karşı karşıya
geldikleri “ŞİMDİ” dedir.
Daha açık bir ifadeyle biri
diğerinin gerçekliğine indirgenemeyen ya da biri diğerini görmezden gelemeyen
insan ve dünya kendi içlerinde değerlendirildikleri zaman saçma değilken, bu iki
gerçekliğin bir an için yüzleşmeleri saçmadır. Zira “anlamını kavrayamadığım bu dünya, aslında uçsuz bucaksız bir akla - aykırılıktan
başka bir şey değildir... onun hakkında bütün söyleyebileceğim “ budur. Bu
yönüyle o, rasyonel olan insan aklının beklentilerini karşılayamayacağı için,
insan - dünya ikili münasebetinde bir sıkıntı ve kopukluk hasıl olur. İşte “insanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki
... kopma... ‘ absürd duygusunun ta kendisidir.
Camus’nün sözünü ettiği bu kopuş
ve ondan kaynaklanan gerilim, Sartre felsefesinde “Kendisi İçin Varlık” in
“Kendisinde Varlık”olma çabasına ve bu çabanın getirdiği gerilime benzer.
Hatırlanacağı üzere Sartre’ın “Kendisi için
Varlık” adını verdiği varlık tipi, yani bilinç, Kendisinde Varlık
tipinde bir varlığa sahip değildir. O kendi kendisiyle özdeş ve dopdolu olan ve
kendisi olmayanla hiç bir münasebeti bulunmayan Kendisinde Varlık’ın aksine,
özdeşlik prensibine aykırı yapısıyla karşımıza çıkmaktadır. Kendisi İçin Varlık
(ya da bilinç) entansiyonel olan, biricik özelliği “varlığın bilincinde olmak”
olan varlıktır. Varlık her ne ise o değil, her ne değilse odur. Yani Varlık
karşısında bir eksikliktir. Hatta o bir varlık olarak tanımlanamamakta, hiçlik
olarak tanımlanmaktadır. Bu onun bir varlık olmayıp, varlık olma çabası
içerisinde olduğu anlamına gelir. Bilinç, olmadığını olan ve olduğunu olmayan
bir varlık olduğu için eksikliğini tamamlamak arzusuyla, Kendisinde Varlığa doğru
sürekli yönelerek, atılımlar yaparak, onunla birleşmek ve varlığındaki
eksikliği kapatmak, tanılığa ve doluluğa ulaşmak isteyecektir. Ancak Kendisi İçin’in
ve Kendisinde Varlık’ın tamamen farklı olan karakterleri bu birleşmeyi
mantıksal bakımdan imkansız hale getirmektedir. Böylece Sartre’a göre Kendisi İçin’
in Kendisinde ile birleşme arzusu -ya da sözü edilen iki varlığın tüm
özelliklerini içinde ihtiva edebilecek bir tek “Kendisinde Kendisi İçin
Varlık”- gerçekleşmesi mümkün olmayan bir “Tanrı olma ideali”dir.
Sartre felsefesinde bu biçimde
ortaya çıkan Tanrı fikrinin mantıksal bakımdan imkansızlığı beraberinde pek çok
varoluşsal sıkıntıyı da getirmektedir. Sebepsiz ve saçma bir dünyayla karşı
karşıya bulunan ve hiç bir Aşkın Varlık ile varoluşunu temellendiremeyen insan,
bu çifte anlamsızlık karşısında derin bir tedirginlik hissedecektir.
Bir yandan dünya Tanrı tarafından
sebeplendirilmediği gibi kendi kendisinin sebebi de değildir, diğer yandan ise
insanın eksildiğini giderebileceği ve varoluşunu temellendirebileceği Aşkın bir
Varlık sözkonusu değildir. Bu durumda Tanrı Varlığın reddederek kendi dışında
kendi faaliyetlerinin belirleyici kuvvetini de ortadan kaldıran insanın mutlak
bir özgürlüğe sahip, adeta özgürlüğe mahkûm olduğunu hissetmesi de onda doğal
olarak tedirginlik, huzursuzluk ve yalnızlık yaratacaktır, Bu durum Camus’nün
absurd doktrinine ve bu doktrinin sözünü ettiği absürd insanın ruh haline
benzer bir durumdur.
Absürd insan tamamen kendi
iradesi dışında absürdün sıkıntısını yaşayan, içinde bulunduğu durumu
haketmemiş ve haketmediği bir cezayı çeken ve bunu da bilen insandır. Absürd
insan Tanrısız insandır kendi insani sınırları içinde, kendini aşana güvenmeden
ve başvurmadan yaşayan insandır. Onun Tanrısız olması, umutsuz ve yarınsız olmasıdır.
Tanrısız olduğu için suçsuzdur da.
Camus’ye göre absürd insan,
absürdlüğünün bilincinde olan ve irrasyonel olan dünyanın kendi beklentilerine
cevap veremeyeceğini anlayan dolayısıyla da bu duruma bir çözüm yolu bulmaya
çalışan insandır.
Görüleceği üzere Sartre için
olduğu gibi Camus için de Tanrı, insan için gerçekleşmesi mümkün olmayan bir
idealdir, Absürd’ le başa çıkmaya çalışan insan,ideal olarak, dünyası ve arzuları
orantılı olan bir Tanrı ‘yı, “Kendisinde ve Kendisi için olan bir Tanrı’yı
alır, ancak bu ideal imkansızdır. Çünkü Camus’ve göre O, aklı alt eden bir
özlemken Sartre’a göre ontolojik bakımdan çelişik bir fikirdir.
İki düşünürün absürd konusuna
yaklaşımlarında sözü edilen paralellikler olmasına rağmen, temel bir farklılık
da sözkonusudur: Bulantı ’dan yaptığımız alıntılarda da görülebileceği gibi,
Sartre felsefesinde Kendisinde Varlık’ın ya da ham varlığın özü gereği saçma
olma hususiyeti Camus de sözkonusu olmamaktadır.
O’na göre absürd ham varolanda
ortaya çıkmamakta, o bilinçten kaynaklanmaktadır. Dünya, özü gereği absürd de
absürd oluşunu insan bilincine borçludur. Oysaki Sartre’a göre absürd, Varlığın
evrensel olanağıdır. Varlığın görülen, ispatlanamayan ilk niteliğidir.
Camus açısından böyle bir tavır
alışın O’nun varoluşçu olduğunu reddetmesiyle ilgili olduğu söylenebilir.
Varoluşçu olduğunu reddetmesinin
doğal bir sonucu olarak Camus saçmalığın ontolojik olacağına da inanmak istemez
ve Sartre’dan farklı bir biçimde “...
epistemoloji ve ontoloji konusunda tarafsız..” bir tavır sergilemeye
çalışarak absürdden insan ile dünya arasındaki bir münasebet olarak sözeder.
Ancak böyle bir yaklaşımla Camus,
her ne kadar ontoloji ve epistemoloji konusunda tarafsız davranmak istese de
-insana (bana) saçma görünüyor deme imkânını vermesi sebebiyle -epistemolojik
yöne adeta öncelik vermektedir. Fakat bu durumu daha sonra göreceğimiz
“başkaldırma”düşüncesi çerçevesinde geliştirilen başkaldırıyoruz öyleyse varız
sonucuyla dengelenip ontolojik bir yön kazanacaktır.
Oysaki Sartre varoluşçu bir
filozoftur. Daha da önemlisi fenomenolojiyi yöntem olarak kullanmış bir varoluşçudur.
Temel yapıtının adından da anlaşılacağı gibi Sartre için temel problem varlık
problemidir ve O’na göre “...fenomenoloji
ile ontoloji arasında geçerli bir ayrım”. . olamaz.
Bu durumda bir varoluşçu olarak
Sartre’ın saçmayı öncelikle ontolojik platformda değerlendirmesi yani
Kendisinde Varlık’ın, ham varlığın bir hususiyeti olarak ele alması doğaldır.
Ancak O, fenoınenolojiyi yöntem
olarak kullanan bir varoluşçu olarak entansiyonel (fenomenolojik) bir bilinç
anlayışına sahiptir Bu durum gereği bilinç aktif bir pozisyonla nesnesine
yönelim halinde bulunduğu, nesnesiyle arasına mesafe koyabildiği ve onu “benim
için birşey” haline getirebildiği için saçma olanın mutlak saçmalık’ından
kurtulması açısından Sartre felsefesinde, saçmanın epistemolqjik bir yönünün de
olduğu görülür.
Sartre bilincin eksildiğini tamamlayabilmek
için sürekli seçim yapabilme sürekli projeleri olma- durumunu ya da mutlak özgürlüğü
absürd’ü tahrip etmenin bir yolu olarak görmektedir.
Peki,
benzer şekilde, Camus’de de absürd’ü tahrip etme ya da ortadan kaldırabilme imkânı
var mıdır?
Camus’de absürd kavram düzeyinde
olmasa da, duygu olarak- absürd duygusu- hepimize verilmiştir.
“....Absürd duygusu, her sokağın her dönemecinde, her adamın yüzüne
çarpabilir.” Bu durumda absürd duygusundan ya da bilinçli bir biçimde kavradığımız
absürdden kurtulmanın bir yolu var mıdır, yoksa absürde rağmen yaşamayı mı
öğrenmeliyiz, sorusu gündeme gelir. Camus’nün absürd tanımı gereği, absürdden
kurtulmanın yolu, taraflardan birini ortadan kaldırmaktır. Ya dünyayı ortadan
kaldıracaksınız - bu imkânsızdır -ya da insanı (bilinci) ortadan
kaldıracaksınız. Bu ise bizi ÖLÜM ve İNTİHAR olgularıyla başbaşa bırakır.
Absürd’den
kurtulmak için ölüm ve intihar çözüm müdür?
Ölüm genelde Varoluşçulara göre
hem insanın hem de evrenin saçmalığının nihai kanıtıdır...” Sartre için ...
ölüm kendi içinde özel bir öneme sahip değildir. Ölüm tam tamına nihai
saçmalıktır; yaşamın kendisinden ne daha fazla ne de daha az saçmadır... O
insan sonluluğunun ve muhtemelen insan saçmalığının en önemli belirtisidir.
Sartre, ölümün yaşamımızda özel
bir yeri olduğunu kabul etmez. Ölüm daima insan yaşamının nihai anıtı olarak
düşünülmüştür. O yaşamımın , geleceğinin, ya da imkanlarımın, şu ya da bu
biçimde, bir parçası değildir.
“... ölüm projelerime bir engel
teşkil etmez... Çünkü ölüm her zaman subjektivitemin ötesindedir. subjeküvitem
dahilinde ölüme yer yoktur.
Bu sözleriyle “ölüm, ben hayatta iken henüz gelmediğine,
ölüm geldiğinde de ben hayatta olmayacağına göre ondan korkmanın gereği yoktu?’
diyerek ölüm korkusunu yenmeye çalışan Epikür gibi, Sartre’da subjektivitemin
ötesinde olduğu için ölümün projelerime bir engel teşkil etmediğini dile
getirir.
Camus’ye göre ise, insan
yaşamanın sınırlandırmasına rağmen, ona değer kazandıran, yaşamı yücelten,
insanı yaşama bağlayan tek gerçek ölümdür.
O’na göre yaşamı yücelten her
şey, aynı zamanda onun saçmalığını da artırır. Diğer bir deyişle yaşam ve
saçmalık birbirlerinin değerini yüceltirken, ölüm ise yaşamın değerini
yüceltir.
“Ölme korkusu, insanın içindeki
yaşayan şeye olan sınırsız bağlanmayı. .” açıklar.
Bu durumda ölümü, bizi yaşamdan
kopartan olumsuz bir gerçeklik olmaktan çıkartan Camus, ölümün yaşama daha da
sıkı bağlanmamıza imkan verdiğini söylemektedir.
Tersi ve Yüzü’ nün temel düşüncesi
şudur: Yaşama aşkını ölüm gerçeğine borçluyuz. 0 halde ölüm de yaşam kadar
değerlidir. “Yaşama umutsuzluğu yoksa, yaşama aşkı da yoktur” Yaşama
umutsuzluğunu ve buna bağlı olarak da yaşama aşkını harekete geçiren ise
ölümdür. Bu durumda ölümü de istenilir ve mutlu ölüm haline getirmek gerekir.
Ancak
ölüm tamamen benim bireysel seçimimle yani intihar olarak ortaya çıkıyorsa
tavır ne olacaktır?
Sartre’ın ifadesiyle söyleyecek
olursa, önde, arkada, her yerde mevcut olan dünyayı ortadan kaldıramayacağımıza
göre, Camus absürdün ortadan kalkması pahasına “intihara evet” deyip kendi
seçimimizle bedenimizi ortadan kaldırmamıza izin verecek midir? Tabii ki hayır
Bedenimizi ortadan kaldırmak, kolay yolu
seçip saçmayı ortadan kaldırmaktır. Oysaki
biz saçmayı ortadan kaldırmak yerine ona meydan okumalıyız. İntihar etmek
sorunu basit bir biçimde sona erdirmek adeta saçmaya boyun eğmektir. Oysaki insan
saçmanın gerçekliğini bir kez farkettimi umut ve intihar işlemez hale gelir.
Camus’ye göre, absürdle yaşamak zorunda
kalınsa bile, hayat yaşamaya değer.
Absürd’e boyun eğmemek için, hayatı gereğince
yaşamak zorundayız. Absürt insan, absurdü ortadan kaldırmak yerine onunla
kolkola yaşamalıdır. Yaşamak absürdü yaşatmaktır Çünkü absürd, insanın kendi
gerçeğidir.
“..
insan ... her zaman kendi gerçeklerinin pençesindedir... Kimi gerçekleri
benimsedikten sonra, onlardan bir daha kopamaz Absürdün bilincine varmış kişi,
ayrılmamasıyla bağlanmıştır ona” Absürdün reddi insanın ve dünyanın reddidir.
O halde bu dünyada bir anlam bulma durumundaysak bu ancak “... absürdü yaşatmak, her şeyden önce ona bakmak. .“ ile mümkün olacaktır.
Bu durumda “insan için kurtuluşa gidici yolun kaynağında ölüm ve absürd hayatın
onaylanması ve bu onaylamanın da mutluluk kaynağı şeklinde dönüştürülmesi
gerekir.”
Absürdü ortadan kaldırmak yerine ona meydan
okuyarak canlı tutmamız gerektiği düşüncesi, insan bilincinin beklentilerini
karşılayamasa da insanın dünya ile sürekli bir bağlantı ve yüzleşme halinde
olmasının kaçınılmazlığını göstermektedir.
Sartre, “absürdü canlı tutma” konusunda,
gördüğümüz gibi, Camus ile hem fikir değildir. O mutlak özgürlüğümüzü, yani
imkanlarımızın olması durumunu absürdü tahrip etmenin bir yolu olarak görür.
Oysa ki Camus absürdün yıpratılması yerine her şeyden önce “ona bakılması, onun yaşatılması gerektiği” konusunda ısrarcıdır.
Peki absürd niçin ve nasıl
canlı tutulup yaşatılacaktır?
Absürd O’na göre canlı tutulmalıdır, Çünkü o
insanın kendi gerçeğidir. Ancak gerçeği absürd olan bir ‘varlık demek, sebepsiz
bir varlık demektir ki sebepsiz ve izahsız bir varlık olmak ise insan için
kolay benimsenebilen bir durum değildir Bu durumda insan kendisine bir varlık
sebebi aramak durumunda kalır. Bu varlık sebebi ise “Başkaldırı”dır, İnsan için absürde
rağmen yaşamanın tek yolu BAŞKALDIRMA’dır. Zira her başkaldırmada
yaşamın anlamsızlığının farkına varmak, yaşamı yeniden anlamlandırmaya
çalışmak, “benim için” anlamlı hale getirmek gayreti vardır.
Camus’ye göre. başkaldıran insan hayır diyen
biridir. Ama ardısıra evet diyen bir insandır da. Örneğin “fazla uzadı bu iş,
buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır diyen bir insan, hayır ifadesiyle
kendisine bir sınır koymaktadır.
Her başkaldırı, Camus’ye göre, “hak” ve
“anlam” problemini de beraberinde getirir. “Herhangi bir yerde bizim de haklı
olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz” Başkaldırı eylemi dayanılmaz
bir haksızlığın kesinlikle reddedilmesine dayanır. O halde başkaldıran insan
bir yandan bir haksızlığa “hayır” derken, diğer yandan yaşamı “kendisi için”
anlamlı hale getireceğini düşündüğü bir değere “evet” demek durumundadır. Çünkü
hayat, insan için anlamdan ne kadar yoksun olursa, insan onu kendi açısından
anlamlandırma gayreti içinde olacağı için, o kadar iyi yaşanmış olacaktır.
Böylece “...
Her başkaldırı yönelimi bir değeri çağırır sessizce”. O halde her başkaldırıda
olumlu bir değer yaratmak çabası da vardır. Her başkaldırı eyleminden bir
bilinçlenme doğar. Zira birey kendi başkaldırı eylemi içinde ölmeyi bile kabul ediyorsa
öldüğü de oluyorsa, bununla kendi yazgısını aştığını düşündüğü bir değer
uğrunda kendini kurban ettiğini gösterdiği içindir. Bu ise başkaldıran kişinin
birden bire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini istediği
değerle tümüyle özdeşlemek istemesi ya da benliğine egemen olan gücün kendisim
tamamen altetmesini istemesidir. Ancak başkaldırı eyleminin yalnızca bireysel
platformda kaldığı sanılmamalıdır. “Başkaldırıdan
insan başkasında kendi kendini aşar,” diğer insanlarla bütünleşir. Çünkü
Camus’nün ifadesiyle birey, bir yandan, tek başına savunmak istediği değerin
kendisi değildir, diğer yandan, bu değeri oluşturmak için bütün insanlar
gereklidir, Böylece başkaldırına eyleminde yalnızca kendi varlığını evetlemekle
kalmayan birey, diğer bireylerle de bütünleşerek yalnızlığından kurtulınakla ve
bu suretle başkalarının varlığını da evetlemektedir. Bu evetleme Canıus’yü
Descartes ‘in cogito’suna benzeyen “Başkaldırıyorum
öyleyse varız” sonucuna götürerek ontolojik ve ahlâki bir yön kazanır.
Bu sonuç, aynı zamanda, başkaldırının
absürdden farkını da gözler önüne sermektedir. Absürd bireysel bir tecrübedir.
oysaki başkaldırı başlangıçta “başkaldırıyorum öyleyse varım” ifadesinden de
anlaşılacağı üzere bireysel olmasına rağmen, daha ileri bir adımda bireyi aşan
diğer bireyleri de kuşatan bir yön kazanarak başkaldırıyorum öyleyse varız
şeklini alır.
Sonuç olarak J.P. Sartre ve A.Camus’nün absürd’e
yaklaşımları konusunda özetle şunları söyleyebiliriz: Onların her ikisi de
hareket noktaları itibariyle farklı açılardan işin içine girmiş olsalar da, genel
olarak, paralellikler kurabileceğimiz düşünceler sergilemişlerdir. Ancak bu
Onların düşüncelerinin tamamiyle örtüştüğü anlamına gelmez. Örneğin, Sartre’da
insan bilincinin “Kendisinde Kendisi İçin Varlık” sentezini yakalamak uğruna
verdiği çabalarla, Camus’de insan bilincinin, irrasyonel dünya ile
yüzleşmesindeki sıkıntılar ve absürdü değerlendirirken her iki düşünürün
Tanrıya verdiği rol paralellikler göstermektedir. |Fakat
Sartre’ın absürdü insan bilincinin mutlak özgürlüğüyle tahrip etmeye çalışması,
oysaki Camus’nün onu kendi gerçeğimiz olduğu düşüncesiyle canlı tutabilme
çabası farklı noktalardan biridir. |Bir başka farklılık
ise absürdü Sartre’ın bir varoluşçu olarak öncelikle ontolojik platformda,
Camus’nün ise öncelikle epistemolojik platformda değerlendirme eğilimi
göstermesidir. Ancak daha sonra her iki düşünür de tek yönlü çıkışlarım diğer
yönlerle de (ontoloji, epistemoloji, ahlâk) destekleme gereği duymuşlardır.
BİBLİYOGRAFYA
BİEMEL W.; “Sartre” (Çev.
Veysel Atayman), Alan Yayıncılık İstanbul, 1984.
CAMUS A.; “Başkaldıran İnsan”
(Çev. Tahsin Yücel), İstanbul, 1995.
“Mutlu Ölüm” (Çev. RamisDara),İstanbul. 1995.
“Tersi ve Yüzü” (Çev. Tahsin Yücel), İstanbul, 1992.
CEVIZCİ .A; ‘Felsefe Sözlüğü “,Ankara, 1996.
GÜNDOGAN A.O; “Albert
Camus ve Başkaldırma Felefesi”, Erzurum, 1995.
GÜRSOY.K. “J.P. Sartre Ateizmi’nin
Doğurduğu Problemler”, Ankara, 1987.
HANNA T.; “Albert Camus
Man in Revolt”in Existential Philosophers: Kierkegaard to Merleau Ponty (Ed,
Sehrader GA) Mc Graw- Hill, bit. New York 1961.
MACQUARRİE .J.; “Existansiyalizm”
World Publishing Co., New York, 1972.
MAGILL N.F.; “Egzistansiyalist
Felsefenin Beş Klâsiği’ (Çev. Vahap Mutal), İstanbul, 1971,
MURDOCH I; “Sartre ‘ın
Yazarlığı ve Felsefesi” (Çev.
Selahattin Hilav), İstanbul, 1983.
PASSMORE J.; “A Hunderd
Years of Phiosophy”. Penguin Books, Great Britain, 1966.
SARTRE J.P.; “Varoluşçuluk”
(Çev. Asım Bezirci). İstanbul, 1985.
“Being and Nothingness” (İng. Çev : Hazel
Barnes), New York 1966 “ “ Bulantı” (Çev :Samih Tiryakioğlu), İstanbul, 1983
SOLOMON R.C.; “From
Rationalism la Exıstentializm”, New York 1972.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder