Marcuse'yi Yeniden Okumak


"Gerçeküstücü siyasetin inanılmaz Gurusu": Bu tabir, 1960'ların sonlarında Fortune dergisinde Herbert Marcuse'yi tanımlamak için kullanılmıştı. Neden inanılmaz? Çünkü o sıralarda yetmiş yaşına girmiş olan Marcuse uzun yıllar göreli bir bilinmezlik atmosferi içinde çalışmış, üslubunun pek açık seçik olduğu söylenemeyecek ve yapıtları sadece akademik camianın belli kesimleri tarafından bilinen bir yazardı. Bir kitabı Marcuse'ye akademinin sınırlarının çok ötesine taşan bir ün getirdi - belki de adını kötüye çıkardı demeli. İlk basımı 1964'te yapılan Tek Boyutlu İnsan ABD'de öğrenci hareketinin ilk yükselişiyle çakıştı ve bir- çok ülkede Yeni Sol'la birlikte anılan öğrenci eylemciler için bir tür manifesto haline geldi. Marcuse'nin kendisi tabii ki Yeni Solcu radikallerin onun yapıtlarını kullanma biçimlerinden pek memnun değildi. Hatta dönemin çeşitli radikal faaliyetlerine destek vermesine rağmen, Marcuse öğrenci hareketlerinin etkisinin sınırlı olabileceğini ve çözüleceklerini öngörmüştü. 1969'da ne öğrencilerin ne de daha genelde Yeni Sol'un yeni bir toplumun yaratıcıları olarak görülebileceklerini yazmıştı; onların faaliyetleri sınırlarına ulaştığında, "Düzen'in yeni bir totaliter baskı düzeni kurabileceği"nden korkuyordu.

Bu tartışmada amacım Yeni Sol'un yarattığı etkiyi ya da Marcuse' nin bu hareketle ilişkisini değerlendirmek değil. Bir bütün olarak Marcuse'nin yapıtının gelişimini incelemeye de kalkışmayacağım. Dikkati- mi daha çok Tek Boyutlu İnsan üzerinde odaklayacağım. Bugün bu kita- bı okumak, yeniden okumak bize ne sunabilir? Bu kitap Batı'nın siyasi hayatındaki geçici bir safhayı mı ifade ediyordu yoksa çağdaş topluma ilişkin olarak önemi bugün de devam eden bir analiz içermekte midir?

Marcuse'nin Analizi: Başlıca Temaları
Tek Boyutlu İnsan'ı Marcuse'nin diğer yazılarından tamamen koparmak tabii ki hatalı olacaktır çünkü bu kitap çeşitli yollardan bu yazıların bir sentezini temsil etmektedir. Kitap İngilizce yazılmıştı ve tartışmasını öncelikle ABD üzerinde odaklıyordu. Ama ilk kez Marcuse'nin ilk dönem yazılannda, Marx, Hegel ve Heidegger'in bileşik etkisi yoluyla oluşturulmuş ve işlenmiş olan kavramları sürdürüyor ve genişletiyordu. Marcuse sonraları Heidegger'den aldığı bazı görüşleri reddetse de, bu düşünürün onun üzerindeki etkisi, "Frankfurt Okulu"nun iki temel üyesi olan Horkheimer ve Adorno üzerinde olduğundan çok daha güçlü bir biçimde sürmüştür. Marx'ı gerekli gördüğü yerlerde adamakıllı revizyondan geçirmeye hazır olan Marcuse, önemli ölçüde Marx'ın ilk metinlerine -özellikle de I844 "Paris Elyazmaları"na- dayanan bir felsefı antropolojiye ömrü boyunca bağlı kalmıştır. Hegel'den "diyalektiğin itici gücü"nün, verili, ampirik dünyadaki "iç yetersizlikler"i ortaya çıkarmak için kullanılan "negatif düşüncenin gücü" olduğu kavrayışını devralmıştı.° Verili dünyanın yetersizlikleri, mevcut durumu olumsuzlayacak içkin değişim imkânlarının gelişmesinin, fıili olan [the actual) tarafından nasıl ketlendiği gösterilerek ortaya konuyordu. Marcuse hiç- bir zaman Adorno gibi bu görüşün her türlü aşkın temelden yoksun bir negatif diyalektiği ima ettiğini kabul etmemişti. Böyle bir anlayış, Marcuse'nin, yapıtının son dönemlerinde, Freud'u Marx'la birleştiren felsefı antropolojisiyle uyuşmazdı.
Tek Boyutlu İnsan'da bütün bu vurgular sergilenir ve kitabı anlamak için temel önem taşıyan bir arka plan oluştururlar. Kitap açık açık bir eleştirel teori çalışması, görünürdeki endüstriyel refah ortamında gerçekleşmemiş imkanların kapsamını  değerlendirmeye çalışan bir toplum analizi olarak sunuluyordu.
Marcuse burada "negatif düşünce" ile felsefı bir antropolojinin pozitif amaçlarının, aynı eleştiri girişiminin birbiriyle bağlantılı unsurları olduğunu gösteriyordu.
Çağdaş topluma ilişkin eleştirel bir teori, toplumu insanlık durumunu iyileştirmek için kullanılmış, kullanılmamış ve kötüye kullanılmış kapasiteleri açısından analiz eden bir teori [formüle etmeye çalışımştır. (Bu tür bir analiz] değer yargıları içerir... insan hayatının yaşanmaya değer olduğu, daha doğrusu yaşanmaya değer olabileceği ve yaşanmaya değer kılınması gerektiği yargısını... [veJ verili bir toplumda, insan hayatının ıslah edilmesi imkânlarının ve bu imkânları gerçekleştirmenin özgül yollarının varolduğu yargısını içerir. Eleştirel analiz bu yargıların nesnel geçerliliğini tanıtlamak, bu tanıtlama da ampirik temeller üzerinde ilerlemek zorundadır.
Tek Boyutlu İnsan üç ana bölüm halinde düzenlenmişti. Kitabın açılış bölümlerinde, Marcuse kendi deyimiyle "tek boyutlu toplum"u ya da aynı zamanda sık sık "ileri sanayi toplumu" olarak da adlandırdığı toplumu betimliyordu. İkinci bölüm "tek boyutlu düşünce" ile -ileri sanayi düzeninin özgül gelişim tarzından kaynaklanan ve Marcuse'nin "karşı çıkış mantığının yenilgisi" dediği şeyle- ilgiliydi. Sonuç bölümünde yazar "Ortada hangi alternatifler var?" sorusunu soruyordu. Marcuse'nin temelde baskıcı olduğunu düşündüğü, ama olası karşı çıkış biçimlerinin ortadan kaldırılmış gibi göründüğü bir toplum biçimini aşmayı sağlayacak ne gibi imkânlar vardı?
Marcuse'nin bu iki temanın birincisi hakkındaki tartışmasının temelinde, on dokuzuncu yüzyıldan beri ortaya çıkmış olan toplumsal değişimlere dair yorumu vardı. Marx'ın ekonomi politik eleştirisi kapitalizmin gelişiminde, iki sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın birbirleriyle mücadele halindeki hasımlar olarak karşı karşıya geldikleri bir dönem- de yapılmıştı. Eleştirel teori klasik biçiminde, yani Marx'ın metinlerinde, işçi sınıfının kapitalizmi çökerteceği ve kökten farklı bir karakteri olan sosyalist bir toplumun oluşturulmasında öncülük yapacağı beklentisine dayanıyordu. Bunlar günümüz Batı toplumlarında hâlâ temel sınıflar olarak kalsalar da, diyordu Marcuse, işçi sınıfı artık tarihsel dönü- şümün aracı olarak görülemezdi. İşçi sınıfı ileri sanayi düzeninin "maddi olumsuzlaması" olmaktan çıkmış, bu düzenin ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Marcuse'ye göre, ileri sanayi toplumu refah devleti ile  “savaş devleti”nin birlikteliğinden oluşmuştu.
On dokuzuncu yüzyılın rekabetçi kapitalizmi içsel olarak yerini, devletin, şirketlerin ve sendi- kaların ekonomik büyümeyi arttırmak için faaliyetlerini eşgüdümledikleri örgütlü bir sınai ekonomiye bırakmıştı. Ama bu, aynı zamanda, savaş tehdidine bağlı, silahlanmaya muazzam miktarlarda para harcanan ve sözde farklı siyasi parti programları arasında siyasi bir birlik kurmak için "uluslararası Komünizm" tehdidinin kullanıldığı bir ekonomiydi. Marcuse'nin sözleriyle, "Bu tehdide karşı seferber edilmiş kapitalist toplum, sanayi uygarlığının önceki aşamalarında görülmemiş bir iç birlik ve bağdaşıklık gösterir. Son derece maddi temelleri olan bir bağdaşıklıktır bu; düşmana karşı seferberlik çok önemli bir üretim ve istihdam teşviği işlevini görerek yüksek bir yaşam düzeyinin sürdürülmesine hizmet eder."
Sendikaların işletme liderleri ve devletle yaptıkları işbirliği, ileri sanayi toplumunun, işçi sınıfının düzene dahil edilmesini etkileyen en temel özelliği değildi. Teknolojideki ve üretim sürecindeki değişiklikler daha köklüydü. İşgücünün gittikçe teknolojinin bütün tasarımının bir parçası haline gelmesine yol açan üretimdeki mekanikleşme,~ hâlâ yabancılaşmanın odak noktasıydı. Ama acımasızlığı, sertliği ayan beyan ortada olan çalışma ortamlarının tedricen ortadan kalkması, insanın makineye köle olmasının üzerini örtüyordu. Dahası, makinenin kendisi de, el emeği ile kafa emeği arasındaki ayrımları silen çok daha kapsamlı teknik organizasyon sistemleri içinde massedilmiş durumdaydı. Sınıf tahakkümü artık sadece tarafsız "idare" olarak ortaya çıkıyordu. İşçilerin sömürülme kimliklerini yitirmeleri gibi, diyordu Marcuse, kapitalistler ve iş idarecileri de açıkça sömüren sınıf olma kimliklerini yitiriyorlardı. Sınıf ayrımları ve yabancılaşmış emek ortadan kaldırılmamış, örgüt hiyerarşilerinin genişlemesinin batağına gömülmüşlerdi. Marcuse'ye göre siyasi iktidar da teknik üretim aygıtı ile iç içe geçmişti. Çağdaş toplumlar, kendilerini her ne kadar liberal demokrasiler olarak görseler de, aslında totaliterdiler. Çünkü Marcuse'nin görüşünde, "'totalitarizm' yalnızca teröre dayanan bir siyasi toplum eşgüdümlemesi değil, aynı zamanda ihtiyaçların yerleşik çıkarlar tarafından manipüle edilmesi yoluyla işleyen ve teröre dayanmayan ekonomik-teknik bir eşgüdümlemedir de.
İleri sanayi toplumlarının toplumsal ve siyasi bağdaşıklığı, diye sürdürür sözlerini Marcuse, kültür düzeyinde de buna tekabül eden bir bağdaşıklık yaratmıştır. Eski zamanlarda, "yüksek kültür" ya da Marcuse' nin sık sık kullandığı deyimle, "entelektüel kültür" mevcut toplumsal gerçekliklerden uzak ve bu yüzden de bu gerçekliklere karşı açık açık ya da üstü kapalı bir biçimde hasmane bir tavır alan idealleri yüceltirdi. Marcuse bunun kendi başına hiçbir zaman önemli bir toplumsal değişme kaynağı olmadığını kabul ediyordu; çünkü yüksek kültür bir azınlı- ğın malıydı ve gündelik hayat faaliyetlerinden belli bir uzaklıkta işliyordu. Yine de, bazı alternatif dünya anlayışlarını canlı tutmuştu ki bugün bu anlayışlar yutulma süreci içindeydiler. "İki boyutlu kültür"ün tasfıyesi yüksek kültürün yıkılması yoluyla değil, daha çok yerleşik düzen içinde massedilmesi yoluyla gerçekleşmişti. Yüksek kültür içinde cisimleşen değerler kitle iletişim araçları yoluyla yayılıyor ve olumsuzlama güçlerinden arındırılmış rahatlatıcı banalliklere indirgeniyorlardı. Bu da "baskıcı bir yüceltme-çözülüşü" [de-sublimation] süreci olarak betimleniyordu; bu kavram Marcuse'nin Eros ve Uygarlık'ta taslak halini dile getirdiği görüşlerle doğrudan bağlantılıydı. Daha önce uygulandıkları biçimiyle, edebiyat ve sanat içgüdüsel itkilerin yüceltilmesine, dolayımlı içgüdü tatminine dayanıyorlardı. Ama değer ve ideallerin kolayca yayılması ve bayağılaştırılması hemen tatmin edilmelerine izin veriyordu. Bu tür bir yüceltme-çözülüşü baskıcıydı, çünkü sadece tek boyutlu toplumun totalitarizmini pekiştirmeye hizmet ediyordu. Cinsellik, tam da erotik olanın yayılmasını ketleyen sınırlar içinde ifade ediliyordu ki Marcuse bu yayılmayı özgürleşmiş toplumun önkoşulu olarak görüyordu. Erotik olan hoşgörülü cinselliğe indirgenmişti. Yarattığı huzursuzluklar, gerçeklik ilkesinin haz ilkesi içinde massedilmesinin ürünü olan bir mutlu bilinç tarafından sindirilebilir hale getirilen bir uygarlıktı bu. Baskıcı yüceltme-çözülüşü "mahremiyeti yıkan, biçimi horgören, sessizliğe tahammül edemeyen, kabalığını ve acımasızlığını gururla sergileyen çeşitli eğlence, dinlenme ve beraberlik yolları içinde kendini gösterir."
İleri sanayi toplumunda, teknik akıl geçerli kabul edilen tek akıl biçimi haline gelmiştir. Teknik akıl ya da teknolojinin rasyonalitesi aklı sadece araçsal olarak, araç-amaç ilişkisi açısından tanımlıyordu. Marcuse’nin analizi bu noktada , bu anlayışı düşünsel söylemdeki  pozitivizmin  ve daha genelde  çağdaş ideolojinin  temeli olarak görmesi açısından  Frankfurt Okulu’nun  diğer üyelerinin analizleriyle çakışıyordu.
Akıl, diyordu Marcuse, mevcut dünyanın "iç yetersizlikleri"nin ortaya serilmesiyle nesnel olarak bağıntılı olduğu için, olumsuzlamanın potansiyel olarak yıkıcı karakterine dayanıyordu. Ama aklın bu yıkıcı gücünün kendisi teknolojik rasyonalitenin "tek boyutlu düşüncesi" içinde yıkıma uğruyordu. Yakın zamanlara kadar Batı metafıziğinin önemli bir bölümünde olduğu gibi klasik felsefede de, felsefe, hakikati iyi yaşamla, özgür ve zenginleştirici bir varoluş sürdürmenin olası tarzlarıyla irtibatlandırıyordu. Hakikat arayışı diyalektik bir biçimde işliyor, düşünce ile gerçeklik arasındaki çelişkileri gözler önüne serip bu çelişkileri iyi yaşam vaadiyle irtibatlandırıyordu. Ama araçsal akılda hakikat çelişkiyle değil mütekabiliyetle ilişkiliydi ve hakikat (ya da "gerçek") değer- lerden kopmuştu. Böylece değerler nesnel dünyayla bağlantılı olarak rasyonel bir biçimde gerekçelendirilemiyor, öznel değerlendirmeyle ilgili meseleler haline geliyordu. Araçsal akıl, değerler karşısında tamamen tarafsız olduğu varsayılmasına rağmen, aslında teknik ilerlemenin tek boyutlu dünyasını temel değer olarak koruyordu.
Doğayı denetlemenin bir aracı olarak kavranan bilime verilen öncelik, mevcut teknolojiyi pozitivizmin tahakkümü altına gittikçe daha fazla girmekte olan felsefeyle dolaysız bir ilişki içine sokuyordu. Marcuse şunları iddia ediyordu:
Modern bilimin ilkeleri a priori olarak; itici gücü kendisi olan, üretken bir denetim evreninin kavramsal araçları şeklinde hizmet verebilecek biçimde yapılanmıştır; teorik işlemcilik pratik işlemciliğe tekabül eder hale gelmiştir. Doğanın gittikçe daha etkili bir biçimde tahakküm altına almasına yol açmış olan bilimsel yöntem, doğanın tahakküm altına alınması yoluyla insanın insan üzerinde gittikçe daha etkili bir biçimde tahakküm kurmasının araçlarını ve saf kavramlarını sunar hale gelmiştir. Saf ve tarafsız kalan teorik akıl pratik aklın hizmetine girmiştir. Bu kaynâşma her ikisinin de işine gelmiştir. Bugün, tahakküm kendini sadece teknoloji yoluyla değil teknoloji olarak sürdürmekte ve genişletmektedir ve teknoloji bütün kültür alanlarını masseden genişleme halinde- ki siyasi iktidarın en büyük meşrulaştırıcısıdır. Austin ve diğerlerinin olağan dil felsefesi ve Wittgenstein'ın ikinci dönem felsefesi, yüzeysel olarak pozitivizmden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, bu eğilimlere kurban düşmüşlerdi.
Çünkü amaçları metafiziğin dilin yanlış kullanımına dayandığını gösteren bir temizleme harekatıyla felsefeyi metafizikten kurtarmaktı. Felsefenin görevi yine "teknolojik" bir görevdi: Dilin ıslah edilmesi yoluyla kendi geçmişinin metafizik aşırılıklarını kontrol altında tutmak. Marcuse'ye göre, dil felsefesi terapötik bir girişim olarak, modern psikiyatri ile ortak bir yönelimi paylaşıyordu. Böylece deliliğin akıldışılığın metafıziğin aklıyla temel bir yakınlığı olduğu iddia ediliyordu. Çünkü delilik gerçeğin olumsuzlanmasının bir biçimiyken, psikiyatrinin derdi bireyi mevcut dünyaya (bu dünya ne kadar çıldırmış olursa olsun) "uydurmak"tı. Psikiyatri gibi dil felsefesi de "ihlalden nefret ediyor"du.

Tek Boyutlu İnsan'ın çarpıcı özellikleıinden biri de, üçüncü ve son bölümünün, yani tek boyutlu toplumun ve tek boyutlu düşüncenin "alternatiflerinin şansı"nı ele alan bölümünün görece kısalığıydı. Marcuse'nin bu bölümde söylediklerinin çoğu büyük ölçüde soyut bir nitelik arzediyordu; kitap da zaten bir bütün olarak okuru, sunduğu tartışmaların ayrıntılara inmesiyle etkiliyor sayılmazdı. Alternatif toplumun "aşkın proje"si, tekniğin rasyonalitesinin karşı kutbunda yer alan kendine özgü rasyonalitesi açısından ifade ediliyordu. Aşkın proje, diyordu Marcuse, maddi ve entelektüel kültürün mevcut düzeyindeki gerçek değişim imkânlarıyla ilgilenmesi gerektiği anlamında Marx'ın materyalizmiyle arasındaki bağı korumalıydı. Bugüne yönelttiği olumsuzlamanın (örneğin nihilizmle kıyaslandığında) insan özgürlüğü ve kendini gerçekleştirme değerlerini olumladığını göstererek, teknolojik rasyonalite- den "daha yüksek bir rasyonalite"ye sahip olduğunu kanıtlamalıydı. Teknoloji ve teknolojik rasyonalite ileri sanayi toplumunun temeli olduklarına göre, dönüştürme projesi "niteliksel olarak yeni bir tekniğin" geliştirilmesi üzerinde odaklanmalıydı. Teknik akıl çoktan siyasetin temeli haline gelmişti ve bunun tersine çevrilmesi zorunlu olarak siyasi bir tersine çevirmeyi gerektirecekti. Teknolojik rasyonalitenin aşılması imkânı, diyordu Marcuse, kendi seyrinin içinde yer alan bir imkândı, çünkü bu rasyonalite ileri sanayileşmeciliğin baskıcı düzeni içindeki sınırlarına dayanmak üzereydi. Emeğin mekanizasyonun ve otomasyonun artışı, artık tek boyutlu toplumun sınırlan içinde tutulması imkânsız olan ve bu toplumu çökertme tehdidi getiren bir safhaya ulaşmıştı. Bu da devrimci bir kopuşu, nicelikten niteliğe geçişi müjdeliyordu:
Bu özde yeni bir insan gerçekliği -yani, hayati ihtiyaçların karşılanmış olması temelinde serbest zaman içinde var olma- imkânını açacaktır. Bu koşullarda, bilimsel projenin kendisi faydacılık ötesi amaçlar gütmek ve tahakkümün zorunlulukları ve lüksleri ötesinde bir "yaşama sanatı" geliştirmek için özgür olacaktır.Başka bir deyişle , teknolojik gerçekliğin tamamlanması , onu aşmanın  sadece önkoşulu değil , aynı zamanda gerekçesi de olacaktır.

Tek Boyutlu İnsan ilk çıktığında eleştirmenlerinin çoğu tarafından son derece karamsar bir kitap olarak görülmüştü, çünkü kitabın yazarı çok az somut toplumsal değişim imkânı sunuyor gibiydi; tek boyutlu toplum muhalefet olasılığını ortadan kaldırmakta işte bu kadar başarılı olmuş gibi görünüyordu. Kurtuluş Üzerine Bir Deneme'de ve diğer son dönem yazılarında Marcuse öğrencilere ve diğer militanlara göz kırpınca bu büyük ölçüde daha iyimser bir bakış açısı benimsemeye başladığı şeklinde yorumlandı. Ama bu yalnızca kısmen doğruydu ve çifte yanlış anlamaya dayanıyordu. Marcuse öğrenci hareketine ve dönemin diğer militan eğilimlerine eli kulağında olan bir devrimin öncüleri olarak değil sistemdeki içkin gerilimleri ifade eden hareketler olarak bakıyordu. Devrimci dönüşümün asıl temeli tek boyutlu topluma henüz tamamıyla entegre edilmemiş kişilerin faaliyetlerinde değil; tek boyutlu toplumun kendisinin merkezinde, onun bağdaşıklığının kökeni olan gücün, yani tekniğin rasyonalitesinin yol açabileceği tahrip edici sonuçlarda bulunabilirdi. En azından kendi terimleri düzeyinde, Tek Boyutlu İnsan güçlü bir devrimci risaleydi ve Marcuse'nin Marksist düşüncenin temel özelliği olduğunu düşündüğü şeye, yani üretim güçlerinde ortaya çık- makta olan ve yeni bir toplum öngören değişimler ile (tek boyutlu toplumun) üretim ilişkileri arasındaki gerilime sadık kalıyordu. Horkheimer'le Adornö nun ilk yâpıtlarında görülen ve "bireyin sonu" çağı hakkındaki değerlendirmelerinde iyice belirgin hale gelen karamsarlık eğilimine Marcuse'de, ilk yazılarından son yazılarına kadar, büyük ölçüde rastlanmaz. Ayrıca, Marcuse'ye sık sık yöneltilen, yapıtlarının "ütop- ya"dan ibaret olduğu suçlaması, onun çağdaş toplumda "ütopya"nın anlamı hakkında yaptığı yeniden değerlendirmeyi görmezden gelir. Ona göre, ileri sanayi toplumunda teknolojinin gelişme düzeyi sayesinde ütopik olan şeylerin karakteri değişmiştir. Ütopik olan artık inanılması güç olan ya da tarihte "yeri olmayan" şey değildi; ileri sanayi toplumlarının teknik organizasyonunun kendisinde ütopik imkânlar vardı.
______________________
Antony Giddens
Çeviren: Tuncay Birkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder