Taylan Altuğ
Bu yazı çerçevesinde,
son çözümde, Anlayan Tarih'e tartışmalı bir yaklaşımı amaçlıyorum. Ancak bu
yaklaşım, kaçınılmaz olarak Önay Sözer'in çalışmasını kuran yorumbilgisi'nin
görüş ve tezlerinin betimsel bir seriminden geçecek. Başta da söylendi:
Anlayan Tarih'in kuramsal çerçevesini, yorumbilgisinin dil- tarih ilişkisine
bakış'ı ve bu ilişki bağlamındaki sorun koymalar oluşturuyor. Yorumbilgisi, en genelde, yazılı yapıtların
yorumlanmasında başvurulması gereken kuralların bilgisi olarak tanımlanıyor.
Yazılı yapıtların yorumlanması, o yapıtların kotarıldığı dilin yorumlanmasına
bağlı olduğuna göre, bu durumda yorumbilgisi, tarihin anlamını taşıyan
söz'ün; «kültür yaratıcı bir etkinlik» olarak dilin anlaşılabilmesinin genel
kurallarını içerip aydınlatacaktır. Çünkü dil, insan dilleri dizgesi olarak,
yaşanan tarihi kendinde taşıyan biricik bütün'dür. Yorumbilgisi tarihi bir
bütünlük olarak görmektedir: her tarihsel dönem, evrensel tarihin bir
parçasıdır ve bu bütünün bir parçası olarak anlaşılmak gerekir. Tarih bir
bütünlük olarak, kendisini bir başka bütünde, dil bütününde ortaya koyar,
dışa vurur. Bu bakımdan tarih, aslında “dil tarihi”dir. Tarihin anlamlı bir bütün
olarak konumlanması, tarihi ‘’nesnel tinin hareketi» olarak gören Hegel'e
dayanır. Hegel'de tarih, anlam tarafından yönetilen bir oluş ve kendi
içindeki idelerin neliğinin açığa çıktığı, serpilip geliştiği bir hareket;
anlamın adım adım gerçekleştiği bir ilerlemedir.
Tarihi anlama
peşindeki yorumbilgisi açısından, bu anlama, tarih ancak bir kültür tarihi
olarak görülürse mümkündür. Kültürün özü ise dil'dir. Bu durumda dil ve
tarih, düşünme etkinliği olarak tinsellik bağlamında birbirine bağlanır. Önay
Sözer'in açıklamasıyla; dil ve tarih kavramlarını birbirine bağlayan, onları
birbirine ortak yapan bağlam, genel anlamda insan düşüncesi bağlamıdır. Buna
göre, YORUMBİLGİSİ, kültür ve dil yapıtlarıyla
onların ardındaki yaratıcı insan düşünmesinin ilişkisini araştıran, bu
ilişkinin ancak tarihsel olarak kavranabileceğini ve tarihin bu ilişkide
yaşarlık kazandığını ileri süren bir yöntem öğretisi .olarak yeniden
tanımlanmaktadır Bu bakışla, kültürün kendisi de yaratıcı yönüyle
yorumdan başka bir şey olmamaktadır zaten, öyle ki her ,kültür dilde kendi
kendini yorumlarken aynı zamanda dünyayı da yorumlamış olmaktadır.
Yorumbilgisi için kurucu bileşenler olan
anlam, tarih, dil düzeylerinin bir bütün oluşturacak şekilde birbirleriyle
bağıntılanması, öğretiyi ilk kez evrensel bir anlama ve açım kuramı olarak
temellendiren Schleiermacher 'de
görülür. Schleiermacher'e göre ANLAMA, tinsel
yaratımları, düşün ürünlerini, bunların yaratıcılarıyla kendimizi özdeş
kılarak zihinde yeniden kurup derinliğine bilme biçimidir. Bu
görüşte temel, yaşamın bireysel bir anlamaya bağlı olduğudur. Ancak bu anlama
bireysel olmayan bir şey aracılığıyla, dil ile olur. Dil bireyin evreni
anlama ortamıdır, anlamların taşıyıcısı dildir. Dil tarihin de taşıyıcısıdır,
bir dilsel yapıt belli bir tarihtir. Kısaca, tinsel içeriğin özneler arası
denetlenebilir olmasını sağlayan tek şey, onun dile getirilmiş olmasıdır.
Böylece insan elinden çıkan her şey, tinsel bir anlam yüklenir ki, bu anlam
insandan çözülemez, ona aittir. İşte dil içinde somutlaşan bu şey, tinsel
nesnenin anlam yönüdür.
Şimdi Anlayan Tarih'in ilk kuramsal
uğrağını oluşturan Dilthey ve Heidegger'in düşünceleri çerçevesinde, temel
kavramlardan ”anlama”nın nasıl bir içerik taşıdığına bakalım. Bu kavramın
tarihsel uzanımları, yorumbilgisinin, egemen bilimci ideoloji ortamına bir
tepki olarak ortaya çıkış koşullarına bağlanabilir. Yorumbilgisel düşüncenin
ortak çıkış noktası, Avrupa kültürünün “tarihten kopması” olarak
özetlenebilecek kültür bunalımıdır, tarih'e yeniden bağlanarak bunalımı aşma
isteğidir. Avrupalı insanın ulaştığı soyut düşünce düzeyi, bilimsel düşünme
ve onun gözalıcı kazanımlarına karşılık, aslında bu insanın çeşitli
biçimlerde kendi geleneğinden kopmuşluğunun, açıkça ve ortada kalmışlığının
da bir göstergesidir. Soyut düşünmenin başatlığı altında konuşmanın içi
boşalmış, kendisi boş konuşma olmuştur. Öyle ki insan kendisini dile
getirirken çoktan dilegetirilmiş bulmakta, böylece de kendisine
yabancılaşmaktadır (Heidegger) . Bu
yabancılaşma, tarihten, yaşayan, hep sürmekte olan tarihten yoksunluk
demektir. Bunalım, kültür değerlerinin gitgide soyutlaşıp biçimselleştiği ve
bunun tarih, gelenek adına ne varsa ondan kopma anlamına geldiği bir “son
durum”dur. Kültür kendi temellerinden boşalmış, temelsiz kalmıştır. Sorun,
tarihsel nitelikli bu temele dönmektir, bunu gerçekleştirme yöntemi ise
‘’anlama’’dır.
Anlama kavramının belirlenimi Dilthey çıkışlıdır. Dilthey'ın amacı,
“positivism” adı altında kuramsal düzeyde temellendirilmiş doğa bilimleri
karşısında tin-bilimlerinin alanını belirlemek ve bu bilimleri
temellendirmektir. Dilthey 'a göre tüm
bilim deneyim bilimidir, ama her türlü deneyim, kökensel bağlamını ve bu
bağlamın belirlediği geçerliliğini bilincimizin koşulları içinde bulur.
Deneyim bu koşullar içinde meydana çıkar, yani bizim doğamızın bütünlüğü
içinde. Nasılsa öyle olan gerçeklik karşısında biz yalnızca bilince verilmiş
olguları içsel deneyimle kavrayabiliriz. Dış dünya bizim yaşam bütünlüğümüzle
bize verilmiştir.
Başka yaşam
bütünlükleri de bizim yaşam bütünlüğümüzle vardırlar. Bu bakımdan tinsel
olgular, egemen olmayı değil, anlamayı dilediğimiz bir gerçeklik alanı
oluştururlar. Dilthey 'ın kalkış noktası, tin-bilimlerini bir birlik
olarak doğa bilimleri karşısında sınırlamak; insanın kendisi hakkındaki
bilincinin derinliğine ve bütünlüğüne erişmektir. Tin-bilimlerindeki başlıca
güçlük, tekil ve bireysel olanın, genelgeçer ve nesnel bir bilgiyle
kavranmasidır. ‘’Tüm filoloji ve tarih bilimi, tekil olanı anlayışımızın
nesnellik kazanabileceği görüşünde temellenir.’’ Tinsel yaşamı ve tarihi
anlamada dile dayalı yapıtlar temeldir, bu yönde ‘’yazının sonsuz önemi
şuradan ileri gelir: yalnız dilde insanın iç durumları kendi eksiksiz,
tüketici ve nesnel anlatımına kavuşmaktadır. :
Dilthey 'ın tarihe yönelik yorumbilgisel yaklaşımında
anlayıcı psikoloji ve yaşam kavramları temeldir. Yaşam, anlatım ile anlamın
birbirinden ayrılması ile aydınlanır. Dilthey
anlamayı şöyle tanımlar: ‘’Duyularımıza
dışardan verilen göstergeler aracılığıyla içerdekini tanıma süreci’’,
o duyu yoluyla verilen dışlaştırmalarına göre yaşamın kendisinin tanınma
süreci. Anlama, kendini içine koyma ve yeniden yaşama ile gerçekleşir.
Yeniden yaşama, olup bitenin çizgisinde yaratma'dır . Anlama'nın yöneldiği
son amaç tarihtir, “tarih bir bağlam oluşturan insanlığın tümünün bakış
açısından kavranan yaşamdır yalnızca. . Yaşam adı verilen ve tarihsel olarak
kavranan bu bütün, insanın kendi içinde oluşturduğu her şeyi, gücü, emeği ve
çabasıylâ başardığı her şeyi kapsar. Birey onun anlamına, yaşadığı zamanla
sınırlı olarak, kendi deneyimleri içinde sahip olur.
Yorumbilgisel
düşünceye katılan bir başka halka, Heidegger
'de ise, anlamak doğrudan doğruya ‘’varoluşun tarihselliğini’’ anlamaktır.
Heidegger, Dilthey 'ın yaşam kavramını
“varoluş” a çevirir; varoluş tasarlanan bir şey değildir, o insanın sahip
olduğu tüm olanaklarının dışlaşmasıdır. Öyle ki insan aslında evreni
değil; kendi olanaklarını, kendi ürünlerini yorumlamakta, anlamaktadır.
Anlama insanın düşünsel bir yetisi değil, insan varoluşunun temel
hareketidir. Bu görüşte anlama, bir yöntem olmaktan çıkıp, insanın varlık
tarzı durumuna gelmektedir. İnsan evreni değil, kendi tarihi içinde kendisini
anlamaktadır. Varlık her şeyden önce bize dilde açılan bir tarihtir. Dil
varlığı yorumlar onu gerçek anlamıyla bize açar; dile baktığımızda onun
varlıkla olan ilişkisini orada bizim için hazır buluruz, dil yorumlanmış
varlıktır.
Buraya kadar
sürdürülen kuramsal hazırlıkta, dilin, anlamlı tarihin temel düzeyi olarak
öne çıktığını; giderek tarihi kuşatan bütünlük olarak dilin kendisinin tarih
olduğu düşüncesinin belirginlik kazandığını görüyoruz. Bu düşünce, Anlayan
Tarih'in merkez figürü Lohmann'da, dil'-tarihi tezi olarak özgün kuramsal
boyutlar edinecektir. Tarihin anlam anahtarı, dilsel yapıtlar değil, dilin
kendisidir artık. Lohmann 'da dil,
doğayı ve kültürü bütün olarak kuşatan bir üst kavram olarak görülmekte ve
kendi erekliliğini gerçekleştirmeye yönelik bir eyleyen biçiminde
konumlanarak tarihin öznesi durumuna getirilmektedir. Burada tinseI bütünlük
olarak anlaşılan tarih'in bütün belirlenmeleri, aslında kendi «iç biçimi»
doğrultusunda eyleyen dilin belirleyiciliği altında gerçekleşir. Yani iç
biçim olarak varlık kazanmış olan dil, bu iç biçimin sınırladığı olanaklar
içinde gerçekleşen bütün tinsel belirlenimlerden sorumludur. Lohmann'ın
dil-tarihi tezinin kurucu ögeleri durumundaki iç biçim kavramı ve eyleyen dil
düşüncesi Humbold'a aittir. Dili, ”eklemlenmiş sese düşünceyi
anlatabilecek gücü verınek üzere Tin'in kendini sonsuz yineleyen çalışması’’olarak
gören Humboldt 'a göre dilin iç biçimi
de, işte tinin bu çalışmasıyla birlikte ortaya çıkan “biçimi”dir, yapıdır;
dil ile tinin içiçe geçtiği yerdir. Bu bakımdan bir halkın dünya görüşü,
dilinin iç biçiminde içrektir.
Lohmann “iç biçim”
kavramını ‘’intentionalite» (Husserl) ile
ilgiye sokup, dilde dilin kendisinin de bilmediği bir iç ereklilik olduğu
düşüncesine ulaşır. Dilde, dili bir eyleyen durumuna getiren bir
intentionalite, bir yönelme vardır. Dilin içinde taşıdığı yönelme, her bireysel
konuşmayı, bu konuşmanın yaratıcı olanağı olarak aşmaktadır. Demek ki dil,
tek tek öznelerin konuş- malarına bağlı olmayan, tersine onların
düşünme-konuşma etkinliklerinin olanağı olarak .onları belirleyen bir
amaçlılık taşımaktadır. Dil tarihi ( = tarih) de, dilin iç biçimine bağlı bir
amaçlılığın kendini ortaya koymasının, açımlamasının tarihidir: Dili
‘’insanların birbiriyle konuşması’’ olarak tanımlayan Lohmann, bu konuşma
içinde insan bilincinin gizlilikten açıklığa çıktığını, bilinçsizlikten
bilinçliliğe geçtiğini belirterek erekselliği son sınırına vardırır: “Düşünce
ve kültürümüzün bu günkü ürünleri gizli olarak, biz onları bilmeden,
`bilinçsiz bilincimizde zaten vardı, konuşmaya başladığımızdan beri.
Tarihin ereksel kavranışı, dil-tarihi
kuramının düğüm noktası olarak alınabilir. Ereksellik, tarihin anlamlı bir
bütün olarak “okunabilmesi” nin koşuludur. Ancak tarihin bu tür ereksel
anlamlandırılması, gerçek tarihi “okunan tarih ile özdeş kılmak ve kendi
tarihini tüm insanlık tarihi olarak görmek gibi sonuçlara yol açar.
(Borges'in öyküsünde
Tlönlülerin gözlerinin Tlönlüden başka bir şey görmemesi.) Buna bağlı olarak,
tarih belli bir dil tipinin (Hint-Avrupa dil tipi) kendi iç biçimine bağlı
erekselliğini gerçekleştirerek kendini aşması olarak konumlandığında, böyle
bir dinamizm göstermeyen dil tiplerinin tarihsiz sayılması da mantıkça
kaçınılmaz olacaktır. Bu tutumun gerisinde, kendi rasyonalitesi dışında
gerçeklik kazanmış her şeyde yine kendisini görmek isteyen Avrupa
rasyonalizminin “dünyaya sonuna kadar düzen verme” tutkusu kendisini
göstermektedir.
İşin ilginç yönü de,
söz konusu rasyonalizmin ürettiği biçimsel, içi boş, yapay söylem biçimlerine
karşı bir tutum olarak kendini koymak isteyen yorumbilgisel düşüncenin,
bütünüyle bu rasyonalizmin öndayanaklarına tutsak olmasıdır. Bu tutsaklık
“dil içi özgürsüzlükte kendisini bir kez daha ele vermektedir. Bu yöndeki
önkabul, dil ile düşünme özdeşliğinde dile tanınan belirleyicilik payıdır.
Ana belirlenimleriyle dil, düşünme tarzının oluşumunda baskın rol oynar.
Dil-düşünme özdeşliğinde son sözü söyleyen, ilk sözü söyleyendir: düşünür,
Lohmann'a göre, “ne kadar aydınlık düşünürse, o kadar saltlıkla dilinin
`ide'sini gerçekleştirecektir.» (s. 146).
Ve Whorf: “Batılı doğabilimci
kendisinin en özgür olduğuna en bağımsız düşündüğüne inandığı tam da o anda
en az özgür, en çok bağımlıdır.» . Bu durumu açıklamada kullanılacak en uygun
kavram, “dilin hilesi” olsa gerek. Kitapta dilegetirildiği gibi, bu noktada
karşılaştırmalı dilbilim özgürlüğe açılan bir yol olarak görülebilir mi
acaba? Sanmıyorum, çünkü karşılaştırmanın nesnel olanağı, karşılaştırılan
ögelerin her ikisinin de dışına çıkabilmekle mümkün gibi görünüyor bana.
Dilin dışına çıkabilmenin salt kuramsal tartışmasını bir yana bırakıyorum.
Çünkü çok daha açık, somut, tarihsel bir olgu var ortada, o da şu:
benmerkezli Hint-Avrupa dilinin/kültürünün içinde yer alan bilimsel ya da
felsefi herhangi bir kuramsal etkinliğin (soruşturma konusu bambaşka bir
dil-kültür bağlamına ilişkin de olsa) , kendisini, bu dil-kültür bağlamının
dışına koymasının olanaksız olması. Bu durum acaba, sözkonusu dil-kültür
bağlamının temelinde yatan “körükörüne bir düzen verme tutkusunun” (egemenlik
tutkusu olarak da okuyabilirsiniz) dolaylı bir sonucu mudur dersiniz? Bu
uğrakta Önay Sözer'in saptaması son derece yerinde: “Hint-Avrupa kültür
bağlamının kendinden kopukluğu, en başta kendi varsayımlarının kölesi olması,
bu kültürün başka kültürlerden kopukluğuyla bütünlenmekte, özgürsüzlük burada
tek başına kendine yargılı olmayla eşanlama gelmekte.»
Şimdi Lohmann'ın
dil-tarihi tezinin en özgün yanını oluşturan, Hint-Avrupa dil tipi/düşünme
biçimi'ne ilişkin ‘’kopula’’ eksenle çözümlemesine ve ürettiği ilginç
sonuçlara bakalım. Varılmış noktadan geriye doğru giden bir yaklaşım
izlersek, şu önermeyi başlangıç almalıyız: Bilimsel, felsefi düşünme biçimi
Hint- Avrupa dil ve kültürünün kendi dilsel yapısı içinde ürettiği,
geliştirdiği bir sonuçtur. Bilimsel, felsefi düşünme biçiminin gerisinde ise,
gerçekliği bir bilgi nesnesi olarak kendi karşısına koyan ve bunu yapmakla.
da aynı zamanda özne olarak kendi bireyliğini üreten bir tavır yatmaktadır.
Sözkonusu düşünme biçiminin ayırdedici yanı, kavramı nesneye uygulama olarak
yapılaşan yargı verme'dir. Bu dil-düşünme biçiminin temelinde yer alan öge,
Lohmann'ın kopula'nm belirleyiciliği altında çözümlediği iç biçim'dir.
Lohmann'a göre Hint-Avrupa dil tipinde, bir
fiilin çevresinde döngüsel bir düzenle kümelenen ögelerden oluşan tümce,
konuşmacının mantıksal karar verme yeri olmaktadır. Karar verme
(fiil), burada tüm dönen ilişkilerin merkezi durumundadır. Mantıksal anlamda
yargı adı verilen bu tümce kuruluşunun, belkemiğini oluşturan öge kopula'dır:
(s. 72) . Kopula'nın gramatik işlevi, öznenin belirlenimini yüklem olarak
özneye bağlamaktır. Fakat aynı zamanda kopula, bu yüklemlemeyle bir bütün
oluşturan bir başka işleve, «gerçek varlık>ı ı dile getirme işlevine
sahiptir. İşte kopula bu yüklemleme ve varlık bildirme işlevleriyle
başlangıcından beri bir erekle birleşmiştir: nesnel gerçekliğin tanıtılması
ve öznel olandan ayrılması. (s. 91) . Kopula'nın belirlediği Hint-Avrupa dil
tarihinin kendinde taşıdığı ve gerçekleştirdiği erek de ‘’kendi başına karar
veren özne’’, yani birey dediğimiz şeydir. Kavramı nesneye uygulayan, kendi
düşünmesiyle gerçekliği nesnel olarak kavrayan, bilimsel felsefi düşünmenin
ünlü figürü birey.
Bu ilginç . çözümlemenin bizim
kültürel dünyamıza ilişkin olarak yaptığı' bir çıkma da var. Lohmann'ın iki
dil tipini karşılaştırırken (Hint-Avrupa ve Hami-Sami) ileri sürdüğü bir
öner-me bu: «Gövde ve sözcük bükümü yapan Hint-Avrupa dil tipinde gövde ve
sözcük'ün ilgisi nesneyedir, oysa Arapçanın kök-bükümü durumla olan bir
ilgiyi gösterir: bu da birini bilime, ötekini yalnızca Allahın iradesi'ne
dayanan bir din anlayışına vardırmıştır. Ve ardısıra şu saptama: ‘’Arap
kültürü tarihsel geçmişini sürekli şimdisine yayan, neredeyse geçmişiyle
şimdisi arasında bir ayırım tanımayan bir kültürdür:» Bu varsayımların, her
ne kadar farklı bir dil tip (Ural-Altay) içinde boy vermiş olsa da, Osmanlı
düşünce-kültür geleneğini anlamada da geçerli olduğunu düşünüyorum.
Lohmann'ın dilsel ilgi
çerçevesinde yapmış olduğu, nesneye yönelme-duruma yönelme ayrımı, dünya
karşısında farklı tinsel tavırlara sahip iki ayrı kültürel biçimlenmenin
özgüllüklerine ışık tutuyor. Gerçekten de geleneksel Anadolu Türk toplumunda
gerçekliği bir bilgi nesnesi olarak karşısına koyan, gerçeklik üzerine kendi
başına karar veren özne figürü bulunmadığı gibi; nesneye kuramsal bir
yönelmenin de sözkonusu olmadığı biliniyor. Bu kültür bütününde tinsel ilgi,
“insanın kendisini ahlâksal kişilik olarak içinde bulduğu belli bir zamandaki
durumlar bağlantılıdır. Burada durum kavramını, mutlak irade idesine bağlı,
ilk ve son defa verilmiş monolitik ideolojiye bağlamak istiyorum. Osmanlı
toplumsal formasyonunda birey, gerçeklikle kendisi arasında, her zaman,
kendisini toplumsal “birliğin ayrılmaz bir parçası olarak algılamasını
sağlayan dini ideolojiyi bulmaktadır; öyle ki bireyin gerçekliğe yönelimi her
zaman bu mutlak ideoloji katmanından geçmekte ve aslında bir türlü
bireyselleşmemektedir. Verilmiş dünya tasarımının dışında gerçekliğe soru
yöneltmenin bütün yolları tıkalıdır
Bu noktada Lohmann'ın
“ahlâksal kişilik” saptamasının altını çizmek istiyorum. Osmanlı dünyasında,
toplumsal varoluş koşullarının ürettiği insan-biriminde ağır basan, akılsal
kişilik değil, ahlâksal kişilik olmuştur. Burada sözkonusu olan elbette
toplumsal ahlâksallıktır. (Ahlâksal kişilik, büyük ölçüde, dini ideolojinin
insan ilişkilerindeki dolaşımının bir ürünüdür.) Şimdi ahlâksal kişiliğin
başat olması, tinsel yaşamda inanma'nın bilme'nin yerini alması olgusuyla
örtüşmektedir. Ahlâksal kişilik, kendisini bireysel kanalda bir türlü
varedemeyen (nesnelleştiremeyen) öznelliğin, toplumsal ilişkiler bütünü
içersinde kendisini üretebileceği biricik kalıptır, başka bir deyişle,
ahlâksallık tek insanın biricik varolma alanıdır, öyle ki bu alanda tek
insana yalnızca toplumsal bütünün ayrılmaz bir parçası ve bütünün bir temsilcisi
olarak varolma hakkı tanınır. Bu nedenle o gerçeklik karşısında her zaman
bir toplumsal özne'dir. Dolayısıyla buradaki insan doğa ilişkisi, gerçeklik
karşısında kendi başına yargı veren bireyi şart koşan kuramsal bir özne-nesne
ilişkisi olmayıp; her zaman tek insanı bütün içinde eriten ve onun
birey-özneliğine izin vermeyen monolitik ideoloji içinde kapanmış pragmatik
bir ilişki olmaktadır. (Bizlerin salt bilmek için bilmenin anlamını bir türlü
kavrayamamış olmamız bundan mıdır?) Teorik ilgiden yoksun pragmatik ilişkide,
mutlak iradeye tabi ahlâksal kişiliğin doğa karşısındaki tavrını buluyoruz.
Birey sorunu bir yana, teorik ilgi zaten ideoloji tarafından gediksiz biçimde
tüketilmiş olduğu için, toplumun maddesel yaşamının yeniden üretilmesine dönük
pragmatik ilgiden başka geriye bir şey kalmamaktadır.
Sonuçta, bir yanda özne ile nesne
arasındaki sürekli gerginliğe ve öznenin egemenlik yönelimine dayanan bir
kültürün tarihsel sürekliliği; öte yanda bilgi etkinliği içersinde
(yorumbilgisine göre dilin iç biçimi gereği) birbirinden ayrışamamış özne ile
nesnenin ideoloji katmanındaki uyum ve dengesine dayanan bir kültürün
tarihsel süreksizliği ya da “kendisi için hep süren bir şimdiki zamanın
süreğenliği. Osmanlı siyasal örgütlenmesini nitelemede kullanılan ‘’denge’’,
‘’uyum’’ ‘’düzen’’ kavramları, tinsel yaşamın da belli başlı özelliklerini
verir durumdadır. Nitekim tinsel bağlamda insan ile doğa arasında kurulan
öyle bir denge ve uyumdur ki burada sözkonusu olan; kendi başına nesne
tasarımına açılamayan, her: zaman nesneye ilişkin toplu tasarımın (bütün
zamanlar için geçerli mutlak tasarım) içinde yine kendisine dönen bir tinsel
etkinlikle karakterize olur. Bu noktaya ilişkin yorumbilgisel saptama şöyle
dilegelir: Türk dilinde kökün biçim ögesiyle yoğrulması değil, belli bir
düzen içinde yerleştirilmesidir anlamı yaratan. Bu anlam kullanışa çok bağlı
ve kendi içine kapalıdır. (s. 104) .
Yazko Felsefe Yazıları-4.Kitap-1982
|
Akımlar
- Felsefi "izm"ler
- Sofizm
- Stoacılık
- Kuşkuculuk
- İdealizm
- Yeni Platonculuk
- İnsancılık (Hümanizm)
- Usçuluk
- Deneycilik
- Eleştiricilik (Kritisizm)
- Materyalizm
- Liberalizm
- Hiççilik (Nihilizm)
- Sosyalizm
- Marksizm
- Olguculuk (Pozitivizm)
- Postpozitivizm
- Pragmatizm
- Fenomenoloji (Görüngübilim)
- Yeni Kantçılık
- Mantıkçı Pozitivizm
- Yeni Hegelcilik
- Yapısalcılık
- Çözümleyici Felsefe
- Varoluşçuluk
- Yorumbilgisi (Hermeneutik)
- Frankfurt Okulu
- Feminizm
- Postyapısalcılık
"Anlayan Tarih" in Dil Tarih Tezi ve Kültür Dünyamıza İlişkin Bazı Açıklamalar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder