Yapısız Yapısalcılık


Yapısız Yapısalcılık
Jean Piquet

Öteki uçta Michel Foucault’nun Les mots et les choses’ adlı eseri vardır. Çok güzel bir üslupla yazılmış olan, beklenmedik ve çarpıcı düşüncelerle yüklü çok açık bir ifadeye sahip olan bu eser, çağdaş yapısalcılığın ancak olumsuz yönlerini barındırmıştır.

“İnsani Bilimlerin Arkeolojisi” olarak alt başlık düşülen bu eser, temel olarak dile bağlı algısal ilk örneklerin arayışından başka bir şey değildir. Foucoult insanoğlunu eleştirmektedir, insani bilimleri zaman içinde birbirini takip eden ve sıralanışlarının hiç bir mantığı olmayan değişimlerin, tarihsel önceden belirlenmişliklerin ve epistemlerin anlık bir sonucu olarak görür: İnsanoğlu ancak ondokuzuncu yüzyılda bilimsel araştırmaya konu olabilmiştir ve insani bilimler ortaya çıktıkları gibi kaybolup gideceklerdir. Yerlerini hangi tür bir epistemin alacağını bilemeyiz.

Şaşırtıcı bir şekilde, Foucault bu “yokoluşun” nedenlerinden birinin yapısalcılık olduğunu söyler: Yapısalcılık ‘biçimsel diller yaratarak eski deneyci düşünceyi arındırma görevini üstlenir ve salt düşüncenin bir ikinci eleştirisini sunmak ister, bu da matematiksel öncüllerden (a priori) yeni biçimini alır.” (s. 394). Dilin güçlerini bu şekilde genelleyerek “olasılıklarını son noktasına kadar gerince” yapısalcılık insanlığın sonunu oluşturur. Tüm olası konuşma kapsandığında, “insanoğlu özü kavramayacaktır, yalnızca sınırlarının sonuna gelmiş olacaktır. Bu bölgede ölüm vardır, düşünce yoktur, ilk ümitler artık sönmüştür” (s. 294). Ancak “yapısalcılık yeni bir yöntem değildir, çağdaş bilimin uyandırılmış, suçlu vicdanıdır.” (s. 22).

Kuşkucu epistemolojinin kolay sonuçları aradan çıkararak yeni sorunlar üretmek gibi, gerçek bir işlevi vardır. Foucault’a aradığımız, ikinci bir Kant için bizi hazırlaması ve kendisini de bizi de dogmatik bir uykudan uyandırmasıdır. Böyle bir eserin yazarı olan bir kişiden, özellikle insani bilimlerin yapıcı bir eleştirisini yapmasını, yeni türetilmiş epistem kavramını anlaşılabilir bir açıklamasını ve kısıtlı yapısalcılık düşüncesinin bir savunmasını ortaya koymasını isterdik. Ancak yukarıda belirtilen her açıdan hayal kırıklığına uğratıldığımızı söyleyebiliriz. Akılcılığının altında yalnızca yalın onaylamalar ve çıkarımlar vardır, okuyucunun kendisi parçaları birleştirecektir ve tartışmayı yapabildiği ölçüde şekillendirecektir.

Örneğin Foucault’a göre: ‘İnsani bilimler” yalnızca yanlış bilimler değillerdir, bunlar bilim değildir aslında, çağdaş epistemde onlara yer veren olguculuklarının tanımlandığı görünüşleri bu araştırma alanını bilimin dışında tutar. O zaman neden bunlara bilim deniliyor diye sorulacak olunursa, Foucault arkeolojik tanımını tekrarlamaktadır: Tüm araştırmaya bilim ismi ve yöntemleri verilir (s. 378). Bunun yeterli bir yanıt olduğunu düşünür. Bu daha önce dile getirilmemiş düşüncelerin hiç bir savunması yapılmamıştır.

Söylenenleri üç düşünce altında toplayabiliriz:

 I.Olguculuklarını tanımlayan görüntü (kon figürasyon) bir ‘trihedondur” (Foucault tarafından ortaya konmuş bir kavram s. 355-359) ve bunların üç boyutu vardır: a) matematik ve fizik b) biyoloji ve dilbilim (ki bunlar da bilim değildir, bakınız s. 364) ve c) felsefi düşünce.

 II. İnsani bilimler bu üç boyutun hiç birinde yoktur bu nedenle bunlar bilim değildir.

III. Foucault’ un “köklerin arkeolojik tanımı”, insani bilimlerin gerçek bilimler olduğu düşüncesine karşı çıkar. Bu tanımlarının doğrudan olanı, epistem ile tanışmalarından a priori var olan bir şeye indirgenebilecekmiş gibisine ortaya koyduğunu söyler. (“tarih bize düşünülmüş olan her şeyin şu anda su yüzüne çıkmamış bir düşünce kapsamında yeniden düşünüleceğini gösterir” s. 383).

“İnsani bilimleri,” bu alanda da çalışanların kabul edebileceği bir şekilde eleştirmektense Foucault yeniden tanımlar, bu da işini kolaylaştırmıştır. Örneğin, düşüncesine göre dil- bilim, bireylerin veya grupların kendilerine sözcükler simgeledikleri zamanlar dışında bir bilim değildir (s. 369). Bilimsel psikoloji ise “Ondokuzuncu yüzyıldan beri sanayi toplumunun, insanların üstünde yarattığı yeni normların bir ürünüdür”. Bu nedenle biyolojideki köklerinden kesin bir şekilde ayrılmıştır. Kalan tek şey bireysel göstermelerin veya simgelemelerin çözümlemesidir (gerçi hiçbir psikolog bununla yetinmeyecektir) ve tahmin edilebileceği gibi Freud’un ortaya koyduğu bilinçaltı da vardır. Foucault bunu, bilincin ayrıcalıklı nesnel konumunu ortadan kaldırdığı ve insanoğlunun sonunu önceden bildiği için takdir eder. Foucault’un unuttuğu nokta, algısal yaşamın tümünün yapılarla bağlantılı olduğu ve bu yapıların Freud’un “İd”i kadar bilinçaltına bağlı olduğudur ve bunlar, ancak genel anlamda, bilgiyi yaşam ile yeniden bağdaştırır.

Eğer Foucault’un eleştirisi gerçek bir bulguya dayandırılmış olsaydı, bunların hiçbirinin bir önemi olmazdı. İlk başta epistem kavramı çok ilginç gözükmektedir, bir çeşit epistemolojik yapısalcılık gerektireceğe benzemektedir ve bu da çok olumlu karşılanmıştır. Foucault’nun epistemleri, Kant’ın kullandığı anlamda a priori sınıflar dizgesi biçimleştirmemiştir, çünkü Levi-Strauss’ un insan düşüncesi gibi, bunlar da gerekli veya sürekli değildir. Yalnızca tarih süresince birbirlerini takip ederler. Düşünsel alışkanlıklar sonucunda ortaya çıkmış gözlemlenebilir ilişkiler dizgeleri değildirler, ya da belirli bir anda bilim tarihinde ortaya çıkan genel olarak düşünceyi kısıtlayan öğelerde de değildirler. Bunlar “tarihsel öncüllerdir”, Kant’ın “bilgi için koşulları” gibi deneyüstü biçimlerdir, ancak bunlardan ayrı olarak belirli bir süre için geçerli olan koşullardır ve görevleri tamamlandığında başkaları ortaya konulmaktadır.

Foucault’ un epistemleri Th.S.Kuhn’un “paradigmalarına” çok benzemektedir ve Foucault’un çözümlemesi ilk bakışta içerdiği düşünülen yapısalcı eğilimden dolayı Kuhn’ unkinden de derin gözükmektedir. Foucault programını sonuna kadar götürebilseydi, belirli bir dönemde bilimin temel ilkelerinin bir biri ile nasıl bağlantılı olduğunu gösteren epistemolojik yapıların bulunmasına yol açacaktı, öte yandan Kuhn bunları yalnızca tanımlar ve “değişimlere” neden olan düşünsel krizleri çözümler.

Foucault’ un daha iddalı olan programı için bir yöntem gereklidir ve bu bağlamda başarısız olmuştur. Yeni epistemin hangi koşullar altında yönetici olabileceğini araştıracağına ve bilim tarihinin olası yorumlarının geçerliliğini veya geçersizliğini hangi ölçütlerin belirleyeceğinin üzerinde duracağına, sezgilere güvenir ve yöntemsel süreçten çok doğaçlama kurgul kullanır.

Epistem ‘in özelliklerinin seçimi için bir temel ortaya koymamıştır. Önemli olanlar göz ardı edilmiştir ve olasılıklar arasındaki seçim gelişigüzel yapılmıştır. Ayrıca aynı tarihsel dönemde yer alan ayrı-köklerden gelen özellikler, gerçekte farklı düşünce seviyelerine ait olsalar da, aynı olarak ele alınmışlardır. Bu nedenle Foucault’un çağdaş epistemi, kendi ifadesiyle “trihedron” belirlemesi, her bakımdan açık değildir.

İnsani bilimleri a priori bir şekilde sınıflandırır ve dilbilimini ve ekonomiyi, insanoğlu değilde bireyler veya gruplar üzerinde çalışma yapıldığı zamanlardan başka, bu kapsamın dışında tutar ve böylece psikoloji ve sosyoloji, de trihedron’ unda bu üç boyuttan birinde yer alamadıklarından, avare bir konuma koyar. Bu epistem açıkça Foucault’nun bir ürünüdür, çağdaş bi limsel düşüncelerin bir dökümü değildir. Bunun da ötesinde trihedron’u durağandır, günümüzde bilimlerin temel özelliği etkileşimlerinin karmaşıklığıdır, bu da bir çok karşılıklı bağ ile kendini kapamış bir dizge oluşturur. Örneğin ter modinamik bilgi kuramıyla, psikoloji, etnobiyoloji ve biyolojiyle, psikodilbilim üretimsel dilbilgisiyle, mantık psikogenetikle bağlantılıdır. Son olarak Foucault, trihedron’unun ayrı bir boyutunu felsefi düşünceye ayırır. Aslında epistemoloji döngüsel yerleşimlerine bağlı olarak, birkaç bilimle içsel olarak bağlantılıdır ve bilimler arası ilişkiler daha da açıklık kazandığında bu konumlandırmalar değişime uğrayacaktır (Bu bağ lamda söylediklerimiz Foucault’ nun düşüncelerini [ 329’ da ve rildiği şekliyle] doğrular, “insan, o garip ikili yaratık “deneysel- deney üstüseldir” empiriko-transendantaldir”.).

Onsekizinci yüzyıl epistemini çizgisel yapılara ve sınıflamacı ağaçlara indirgeyen sayfa 87’ deki tablo, homogenizasyonun tehlikelerinin açık bir örneğidir. Biyoloji gerçekten de sınıflamacı seviyede takılıp kalmıştır (bu da yapısalcı açıdan ele alındığında, yan yana bulunma dışında bir yöntemle genişlemeye açık olmayan, sayısız kısıtlayıcı koşula bağlı olan, çok basit bir grup öznedir) ancak Onyedinci yüzyıl ve On- sekizinci yüzyıl matematiğinin ve fiziğinin bundan ileri gittiğini söyleyebiliriz (örneğin Newton’ un etki-tepki yasları vb.). Bunların aynı zamanda belirdiklerinden dolayı tek bir epistem oluşturduklarını söylemek tarihe çok basit bir şekilde yenik düşmek demektir. Bir de Foucault’un düşünsel arkeolojisinin bizi tarihten kurtarması gerektiğini hatırlarsak olay farklı bir boyut kazanır.

Foucault kişisel “arkeolojik” epistemi ile uyuşmadığı için bu temel seviyeler sorununu göz ardı eder. Ancak bunun karşılığında çok ağır bir bedel öder: Bundan dolayı epistemlerin sıralaması bilinçli bir şekilde anlaşılmaz hale gelir. Foucault bu anlaşılmazlıktan memnundur. Epistemeleri biçimsel olarak veya diyalektik olarak birbirini takip eder, ama “birbirlerinden dolayı” takip etmezler. Epistemlerden biri bir diğeri ile ne genetik olarak ne de tarihsel olarak bağlantılanmamıştır. Bu düşünce arkeolojisinin mesajı kısaca şöyle ifade edilebilir: Özde dönüşümlerin nedensiz olmasının nedeni, yapılarının destekleyici değişimler olmadan, anlık ayaklanmalar sonucunda, belirmesi ve kaybolmasıdır. Başka bir deyişle düşünce tarihi, aynen biyologların yaratıkların tarihinde güdümbilimsel yapısalcılık kurulmadan önce inandıkları gibi bir şekil alır.

Bu nedenle Foucault’nun yapısalcılığına yapısız yapısalcılık demek bir abartı değildir. Durağan yapısalcılığın tüm eksileri aynen kalmıştır -tarih ve yaratımın değerinin indirgenmesi, işlevsel düşünceleri göz ardı etme- ve insanoğlu yok olmak üzere olduğundan, Foucault’nun özneyi dışlayışı daha da köklüdür. Sonuçta yapıları dönüşümsel dizgelerden çok şekillerdir. Bu mantıksızlığın içinde sabit olan tek şey, insanoğlunu bireylerin üstünde bir düzeyde yönettiğinden dolayı, dildir. Ancak dilin oluşumuna bilinçli bir şekilde değinilmemiştir ve ancak “esrarengiz sürekliliği” vurgulanmıştır.

Tüm bu söylenenler Foucault’nun katkısının, değerli bir çalışmayı ortaya koyduğunu inkar etmemektedir: Foucault yapıcılıktan ayrı olarak anlaşacak bir yapısalcılığın olamayacağını kanıtlamıştır.

Yapısalcılık-Jean Piaget-Çev: Ayşe Şirin Okyayuz Yener-Doruk Yayıncılık-1999

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder